Türklerle Kürtlerin kardeşliğinden, birbirlerini sevmelerinin dini ve siyasi bir farz olduğundan bahseden
Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir babası, ideoloğu olarak biliniyor. Hatta Mustafa Kemal’in sonradan Türkçülük lehine, Türkleşme yolunda yapacağı bütün hareketlerin fikir babası olduğu da sıkça söylenir.
Vaka,
Milli Mücadele yıllarının ilk dönemini Malta’da sürgünde geçirir, 1921 yılında serbest kaldığı andan itibaren de Milli Mücadeleyi fiilen desteklemeye koyulur, ancak ittihatçılığından dolayı Malta’da sürgünde olduğundan,
Ankara’ya geldiğinde İttihatçılara yönelik tutumdan dolayı pek de hoş karşılanmaz.
O yüzden memleketi
gitse de oradan yaptığı yayınlarla, çıkardığı
yazdığı makaleler ve kitaplarla
“İstanbul’un düşünce temayüllerini idare etmektedir
”. Bu yakıştırma bizzat
tarafından yapılır.
Aslında 1922’de İttihatçılar yeni bir parti kurma çalışmaları yapar ve kendisine de katılımı için teklifte bulunurlar,
ama o Mustafa Kemal ile çalışmayı tercih ederek onlarla bir anlamda yollarını ayırmış olur.
Kendisi bu vefalı tavrı gösterir ve Mustafa Kemal ile yol yürümeye karar verir,
yazdıklarıyla, fikirleriyle onunla aynı çizgide olduğunu düşünür. Ama ömrü vefa etmediği için Mustafa Kemal’in sonraki yapacağı işlerin kendi yazdıklarıyla oluşacak olan farkını göremez.
Görse ne yapardı doğrusu insan merak etmeden duramıyor ama tarih kuşkusuz bu merakı giderecek bir imkân sunmaz.
Ama tarihin sunduğu gerçekler sonradan Türkleşme ve Muasırlaşma adına girilecek olan yolun Ziya Gökalp’in teklif ettiğinden veya öngördüğünden çok daha farklı olduğudur.
Mesela “
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak
” isimli kitabında kendi savunduğu Türkçülüğü İslam’a ters düşmekle suçlayanlara karşı, bilakis “
Türkçülerin hedefi ‘Çağdaş bir İslam Türklüğü’ idi. Çünkü Türklerin Millet Mefkûresi Türklükse, ümmet mefkûresi İslamlıktır
” şeklinde sert bir cevap verir ve ardından Türkçülerin bir ümmet programları olması gerektiğini ve bunun da şu esasları ihtiva etmesi gerektiğini yazar:
“1. Bütün İslam kavimleri arasında, ortak olan Arap harflerini değiştirmeden kullanmak.
2. Bütün İslam kavimlerinde, bilimsel terimlerin ortak bir duruma getirilmesi için İslam kavimleri arasında terim belirleme kongreleri düzenlemek ve terimleri Türkçeden, Arapçadan ve Farsçadan yapmak.
3. Bütün İslam kavimlerinde ortak bir eğitimin gerçekleşebilmesi için eğitim kongreleri toplamak.
4. Bütün İslam kavimlerinin müftülükleri arasında devamlı bir bağ kurmak.
5. İslam ümmetinin simgesi olan Hilal’in (ay) kutsallığını korumak için birlikte hareket etmek.
Bu ilkelerden anlaşılıyor ki, Türkçülük aynı zamanda İslamcılıktır.
Yalnız Türkçüler, İslam ümmetçisi olarak kendilerini İslam Milliyetçilerinden ayırt ederler. Çünkü İslam kavimlerinde milliyet duygusunu yok eden, böyle tabii olmayan bir birlik kurmayı bugün ne Türkler, ne Araplar, ne Hintliler (Pakistanlılar), ne Afganlar, ne Berberiler, ne Farslar kabul edebilirler.
Türkler millî ülkülerini kuvvetlendirmek için, dindaş ve vatandaşı olan hiçbir kavme karşı ‘millî kin’ aşılamağa çalışmadılar.”
Ziya Gökalp’in Türkleşmeden veya Türkçülükten anladığı şeyin sonradan hayata geçecek olan Türkçülükle hiçbir alakasının olmadığını bu satırlardan anlamak hiç de zor değil.
Belki o zamana kadar beraber yol yürüdüğünü düşündüğü
’in telaffuz ettiklerine uygundu bu düşünceler.
Ancak 1924 yılında vefat eden
’in yaşamış olsaydı bu düşüncelerinden vazgeçip diğer birçok kişi gibi akışa mı teslim olacağı yoksa tamamen farklı bir yöne rota çeviren
Cumhuriyet nezdinde dışlanmış mı olacağını bilemeyiz, ama bu metinler arasındaki açık farkı görebiliyoruz.
Belki bu yüzden Ziya Gökalp’in kült eseri olan
1923’teki ilk baskısından sonra 1939 yılına kadar ne devlet ne de özel yayınevlerince hiç basılmamış, 1939 yılında ise
’ın gayretleriyle az sayıda basılmış, sonra tekrar diğer bütün kitapları gibi 1950 yılına kadar hiç basılmamış, okunmamıştır.
Yukarıda naklettiğimiz sözleri muhtemelen onu Cumhuriyetin şekillenmiş olan ideolojisi nezdinde makbul olmaktan çıkarmıştır.
Cumhuriyetin Türkçülükten anladığının ne olduğu ise
’ın DTCF’ndeki antropolojik çalışmaları kapsamında
Türk ırkını tespit için yaptığı kafatası incelemeler
inde iyice belirginleşecektir.
’ın
konuyla ilgili bir yazısında (Akit, 22 Mayıs 2022)
dikkat çektiği gibi bu kafatası incelemelerinin neticesinde Türk ırkının bizatihi Âri ırk olduğu sonucuna varılmıştır.
Zaten yola bu sonuca çıkmak için çıkılmış olduğunu söylemeye gerek yok tabii.
Yani bildiğiniz Avrupalı Âri ırk Türk’ün atası olarak tescil edilmeye çalışılmıştır.
Bu da sarı saçlı mavi gözlü Mustafa Kemal’in fizik yapısına uygun göründüğü için çok da sempatik gelmiştir ilk anda.
O yüzden kendi kızına “
” ismini koyacak kadar bu işi ciddiye almış olan Atatürk’ün manevi kızı
Afet İnan’ın 1. Türk Tarih Kongresi’ndeki
şu sözleri resmi bir kabul görmüş veya belki resmi görüşün tercümesi olmuştur:
“Bugünün Türk çocukları (…) 400 çadırlı bir aşiretten (yani Osmanlı’dan) değil, on binlerce yıllık, Arî, medenî, yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir.”
Bu sözleri ve Türklük üzerine bu tezi Ziya Gökalp içine sindirebilir miydi acaba?
Veya bugün Türkçülüğü bir şekilde benimsemiş herhangi bir insan bu sözleri ne kadar benimseyebilir? Türkçülüğü ırktan öte bir kültür bir millet hatta İslamcılık olarak tasavvur etmiş olan Ziya Gökalp’in Cumhuriyetin ideoloğu olduğu düşüncesini tekrar gözden geçirmek gerekmez mi?