35,1895
36,7272
2.968,33
Peygamberimiz (sav) bize din getirdi, mezhep değil.
Peygamberimiz’in de arkadaşlarının da mezhepleri yoktu.
Mezhepler çok sonradan ortaya çıktı.
Kur’an hiçbir mezhebi öğütlemez.
Yüce Allah (cc) Kur’an’ın içindekilere inanmayı ve ona göre amel etmeyi emreder.
Bir de Peygamber’e uymayı…
Peygamber’in dedikleri ve yaptıkları Kur’an’dandır çünkü.
Peygamber “yürüyen Kur’an’dır” çünkü.
Ama her halükârda birincil kaynak Kur’an’dır.
Sünnet ise ikincil kaynaktır.
İcma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha da diğer önemli ölçülerimizdir.
Ama Kur’an ve Sünnet bizim için asıl mihenktir. Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi kimden gelirse gelsin veya kim tarafından yapılırsa yapılsın asıl mihenge uymayan, başka bir deyişle Kur’an ve Sünnetle apaçık çelişen söz ve davranışlar reddedilmelidir.
Mezhepler Peygamber’den çok sonra Kur’an ve Sünnet’in siyasi, itikadi ve fıkhi yorumlarından neşet etmiştir.
Mezheplerin ortaya çıkmasında tarihsel olayların ve siyasi kavgaların rolü büyüktür.
Bu bahiste Muhammed Ebu Zehra’nın yazdığı geniş kapsamlı ve derinlikli “Siyasi, İtikadi ve Fıkhi MEZHEPLER TARİHİ” adlı kitabı mutlaka okunması gereken kitaplardan biridir.
Dini herhangi bir mezhepten ibaret bilmek veya herhangi bir mezhebi dinin bizatihi kendisi bilmek, Kur’an ve Sünnet öğretisinden apaçık sapma anlamına gelir.
Peygamberimiz’in getirdiği öğretide akide öncelikliydi. Tabiri diğerle, akide her şeyin üstündeydi.
İçine doğduğu cahiliyye toplumunda ise kabilecilik-asabiyye, yani günümüzdeki tanımıyla soy-soy ve kan temeline dayalı milliyetçilik anlayışı her şeyin temelini oluşturuyordu.
Peygamber’in yaptığı en büyük devrim, işte bu zihinsel değişimdi.
Bu akide dolayısıyla Habeşli köle Bilal veya Farisî Selman Mekke’nin en aristokrat insanlarıyla yaratılış bakımından eşit, takva bakımından üstün hale gelebilmişti.
Bu onlar açısından kabul edilebilir bir durum değildi.
Peygamberimiz’in vefatından kısa bir süre sonra bu köklü cahiliyye anlayışı bu kez kendine İslam kisvesi altında iktidar olma şansı elde edecekti.
Muaviye ile başlayan saltanat dönemi İslam’ın sadece iktidar anlayışından sapma değil, aynı zamanda kabileciliğin-asabiyyenin de tekrar iktidara taşınması idi.
Şehit edilen 3. Halife Hz. Osman’ın Muaviye ile aynı kabileye mensup olması ve Muaviye’nin bu yüzden kan davası gütme hakkını kendinde bulması siyaseten başlayan ayrışmaların giderek çatışmaya dönüşmesine sebebiyet verdi.
Hz. Ali’nin Halife olarak seçilmesini kabul etmemekle başlayan süreç kanlı vuruşmalara sebebiyet verdi.
Hz. Ali’nin saflarında olan bir grubun hakem olayında Hz. Ali’yi tekfir ederek yolunu ayırması ise çok daha kanlı yeni bir sürece kapı araladı.
Tarihte Hariciler olarak adlandırılan bu grubun ne kadar dindar oldukları herkesçe kabul edilir.
Siyasi bir kavgayla başlayan “Tekfircilik” olgusu, en katı dindarlık kisvesindeki bir vahşete dönüşebilmiştir.
Sadece Hz. Ali’yi değil Hz. Ali’den yana olan herkesi kâfirlikle itham edip yakaladıkları yerde öldürmekten kaçınmayan bu Hariciler aynı zamanda Hz. Ali efendimizi caminin içinde şehit etmeye kadar işi vardırabilmişlerdir.
Peygamberimiz’in arkadaşları Hz. Osman’ın katlinden sonra birbirlerinin kanını dökmekten kaçınmamışlardır ne yazık ki.
Hz. Aişe’nin başını çektiği, içlerinde cennetle müjdelenmiş kimi sahabilerin bile kılıç kuşanarak Hz. Ali ve ordusuyla savaştıkları biliniyor.
Peygamberimiz’in pak torunu Hz. Hüseyin Efendimizle birlikle olan güzide Ehli Beyt topluluğu Kerbela’da hunharca doğrandılar.
Bütün bunları niçin mi anlatıyorum?
Ders almak için.
Bir daha benzer yanlışları yapmamak için.
Hem akidemizden taviz vermemek hem de din kardeşlerimizle siyasi nedenlerle birbirimizi yok etmeye yönelmemek için.
Fitneye içimizden düşen birileri çıkarsa onları da uyarmak için.
O gün fitneciler başarılı oldular. Bugün o fitnecilerin soyundan gelenler başarılı olmasınlar diye aktarıyorum geçmişteki bu üzücü olayları.
Ne Hz. Ali Şii idi ne de Muaviye ve Yezid Sünni idi.
Ne Hz. Aişe annemiz Sünnilik hassasiyetiyle Hz. Ali’nin üstüne yürüdü ne de Hz. Ali Efendimiz Şiilik adına iktidar kurmak için savaşa tutuştu.
Hz. Hüseyin Efendimizi ve pak Ehli Beyti hunharca katledenler de kâfir değillerdi. Onlar da Müslüman idiler.
O yüzden okuyup geçmemek lazım.
Geçmişte aynı dine ve akideye inananlar, üstelik de sahabiler siyasi kavgalar dolayısıyla araya giren fitnecilerin dedikodularına ve propagandalarına da kanarak ne yazık ki okurken hepimizi derinden yaralayan ve acıtan eylemlerin içinde bulunabilmişlerdir.
Mensubu olmaktan onur duyduğum Ehli Sünnet ekolünün bu bahiste “Dilin fitneden sakınılması”na dair yaptığı uyarıyı, Hz. Ali Efendimizi haklı görürken bile karşısındakilere yönelik dilin suçlayıcı ve düşmanlaştırıcı olmaması yönündeki uyarısını çok değerli buluyorum.
Günümüzde Sünnilik üzerinden ona buna dil uzatanların ve Şiileri topyekûn tekfir edip düşmanlaştıranların nemenem Sünni oldukları da umarım anlaşılır.
Ehli Sünnet ve’l- Cemaat’in temel kaidesi şudur: “Ehl-i kıble tekfir edilmez.”
Ne yazık ki bu ilkeye riayet etmeyen pek çok kişi kendini Sünni olarak tanımlayabiliyor.
Tarih içinde ortaya çıkan siyasi, itikadi ve fıkhi mezhepler o kadar çoktur ki, her mezhebin bir diğerini kâfirlikle suçlamasının doğuracağı vahameti anlatmaya bile gerek yok.
Bu durumda Müslümanlar birbirlerinin kanına ekmek doğramaktan veya birbirleriyle dilleriyle ve elleriyle boğuşmaktan başkalarına vakit bulamazlar.
Ehli Kitaptan saydığımız Hristiyan ve Yahudilerle bile sosyal ve insani münasebetlerimizi hatta dinsizlere ve ateistlere karşı ortak kelimede buluşup işbirliği yapmamızı salık veren Ehli Sünnet anlayışını bugün Sünnilik kisvesi altında Şii düşmanlığına dönüştürenler bence İslam’ın temel akidesine ve Ehli Sünnetin de asıl öğretisine darbe vuruyorlar.
Bunu yapan Şiiyi de Sünniyi de kendimizden bilmeyen anlayışı o pak İslami akidemiz ekseninde yeniden içselleştirmezsek hem İslam’a hem de birbirimize fena halde zarar vermiş oluruz.
Yüce Allah kutsal kitabında şöyle diyor:
“Mü’minler ancak kardeştirler; öyleyse kardeşlerimizin arasını düzeltiniz…” (Kur’an, Hucurat süresi ayet 10)
Bu ayetin hükmü açıktır.
İman eden herkes birbirinin kardeşidir. Dili, ırkı, kabilesi, mezhebi ne olursa olsun mü’minler birbirlerinin kardeşleridirler. Yeryüzünün neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar onlar birbirlerinin kardeşleridirler.
Sadece Sünni olanlar, yalnızca Şii olanlar birbirlerinin kardeşleridirler denilmiyor.
Ancak Türk olanlar veya Arap olanlar ve/ya da Kürt olanlar kardeştirler denilmiyor.
Kafasını tıpkı cahiliyye dönemindeki o soy-sop ve kana dayalı milliyetçilikle bozmuş olanlar bu iman eden herkesi kardeş bilen ümmet anlayışına karşı çıkabilirler.
Kendi mezhebini dinin bizatihi kendisi gibi görüp başka mezheplere mensup olanları tekfir etmekten kaçınmayan o bağnaz mezhepçiler bu ayetin asıl anlamından uzaklaşmış olabilirler.
Ama bizler aynı yanlışa ve sapkınlığa düşenlerden olmamalıyız.
Ayetin devamındaki uyarı aynı zamanda bizim durmamız gereken yeri de apaçık gösteriyor. Ne diyor yüce Allah: “Kardeşlerinizin arasını bulun-düzeltin…”
Elbette mü’minler arasında görüş farklılıkları olacaktır. Zaman zaman birbirlerine de düşeceklerdir. Geçmişte olduğu gibi bugün de fitnecilerin oyununa gelerek birbirlerine kılıç üşürmeye de kalkışacaklardır. Siyasi iktidar kavgaları için birbirlerini yok etmeyi düşünecek kadar körleşebilirler de.
Bu durumda aklıselim sahiplerinin o pak akidemizi kuşanarak arayı bulmaya çalışması ve kardeşler arasında çıkmış veya çıkabilecek olumsuzlukları düzeltmeye çalışmaları onların vazifelerinin başında geliyor.
Kim ki bunu yapmazsa ve dahi ayrılıkları ve çatışmaları derinleştiren bir dil ve tutum takınırsa bilesiniz ki onlar Kur’an’ın bu apaçık buyruğunu çiğnemiş olurlar.
Mezhepler gerekli.
Mezhepsizlik anlayışına karşıyım.
Ama mezhepleri din yerine koyan anlayışlara da karşıyım.
Mezhepler dindendir ama din değildir.
Mezheplerin esas aldığı anlayış ve yorumlar dinden kaynaklıdır ama hiç bir mezhebi anlayış ve yorum bizatihi dinin kendisi değildir.
Mezhebi aidiyetin gerekliliği ile mezhepçiliğin zararını bilerek yol yürümek esastır.
Bediüzzaman Said Nursi’nin de dediği gibi sadece ve yalnızca benim meşrebim, benim mezhebim ve benim fırkam haktır, diğerleri batıldır dersen İslam kardeşliğini de, ümmet bilincini de, İslam birliği şuurunu da ortadan kaldıracak bir vasata zemin hazırlamış olursun, biline!