34,3630
36,5037
2.872,82
PKK’nın başlarkenki amacı, dört parçada birleşik ve bağımsız Kürdistan devleti kurmaktı.
Ama Marksist-Leninist temelde sosyalist bir Kürdistan.
Yani asıl amaç, Kürdistan değildi, sosyalist bir iktidardı.
Partinin adı o yüzden Kürdistan İşçi Partisi idi.
Kürdistan bu ideolojik iktidarın sadece toprak parçasının adıydı.
O yüzden Kürtlerle ilgili talepler Kürtleri kendi saflarına çekmek için gerekli şarttı. Kitleselleşebilmek için bu gerekliydi.
Yoksa PKK özü itibariyle etnisist-milliyetçi değildi; tersine milliyetçiliği reddeden enternasyonalist bir anlayışa sahipti ideolojisi gereği. Süreç içinde PKK ideolojisini tek etmemekle birlikte amacını revize etti.
Birleşik ve bağımsız Kürdistan fikrinden özerklik-otonomi fikrine kadar indi.
Öcalan 1999’da yakalandıktan sonra bu amaç bütünüyle terk edildi.
Öcalan’ın İmralı’da geliştirdiği “demokratik cumhuriyet” projesi, kendisinin 1978’de Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fiş köyünde kurduğu PKK’nın bir anlamda tümden reddiydi.
“Demokratik Cumhuriyet” projesi özü itibariyle iki şeyi içkindi: 1- Sadece bağımsız devlet fikrine değil aynı zamanda özerklik-federasyon türü önerilere de karşı olmayı. 2- Silah yerine yalnızca siyaseti esas almayı.
Öcalan bağımsız devlet, özerklik ve federasyon yerine tek devlet çatısı altında ortak vatanda hür ve eşit vatandaşlık anlayışına dayalı demokratik cumhuriyetin yegane çözüm olarak gördüğünü açıklıyordu.
Çözüm olarak önerdiği devlet modeli buydu. Yöntem olarak da sadece siyaseti öneriyordu.
Öcalan’ın bu çerçevede ne millet tanımına ne de vatandaşlık tanımına itirazı vardı. Tam tersine ortak vatanda tek devletin yanı sıra tek millet olduğumuzun altını çiziyordu.
Öcalan millet yerine ulus diyordu sadece. Yani tek millet yerine tek ulus diyordu. Atatürk’ün “Türkiye ahalisi” tanımını “Türkiye ulusu”na çeviriyordu. “Biz farklı ırklardan müteşekkil bir Türkiye ulusuyuz” diyordu ezcümle.
“Türk vatandaşlığı” tanımını kapsayıcı buluyordu. Vatandaşlık tanımındaki Türk’ün dışlayıcı bir etnisist milliyetçilik anlayışına değil kültürel temelde kuşatıcı bir milliyetçilik anlayışına yaslandığını belirterek buna hiç bir itirazının olmadığını söylüyordu. Bunu da Ahmet Taner Kışlalı’ya referansla belirtiyordu. Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünün Kışlalı’nın da tariflediği şekilde kültürel temelde kuşatıcı bir milliyetçilik anlayışını içerdiğinin altını çiziyordu.
Zarfa takılıp kalınmamasını, aslolanın mazruf olduğunu belirterek inkardan arınmış bir anlayışına yaslanması halinde ne vatandaşlık ne de millet tarifine hiç bir itirazının olmadığını açık açık diyordu.
İnkar biterse isyan biter diyordu.
Kürt kimliğinin kabulüyle her şeyin bitirileceği bir noktaya gelinmişti.
Sloganı da şuydu:
“Ne inkar ne isyan! Demokratik cumhuriyet!”
***
İstenseydi o süreçte isyan sonlandırılabilirdi.
Ama o dönemin muktedirleri/devletlûları istemediler nedense.
İnkarı sonlandıracak demokratik adımlar o süreçte atılmış olsaydı, bugün Türkiye çok daha farklı yerde olurdu.
O dönemde inkarı bitirecek demokratik adımlar atmak yerine Öcalan’ın örgütüne yönelik silah bırakma çağrısını yeterli gördüler.
Öcalan’ın çağrısına uyan örgüt silahlı güçlerinin tamamına yakınını sınır dışına çekti ve silahlarını susturdu.
Devleti yönetenler bunu yeterli gördü.
Sorunu kökten çözmek yerine sorunu olduğu yerde bıraktılar.
Daha kötüsünü diyeyim: PKK’nın silahlarını Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümetine doğrultmasına müsaade ettiler.
Tam da Erdoğan’ın bu sorunu çözme niyetini ortaya koyduğunu gördükleri anda düğmeye bastılar.
Öcalan da oyuna geldi. O dönemde PKK’nın partisinde tepe noktada siyaset yapan avukatlarından biri aracılığıyla İmralı’dan Kandil’e gönderdiği talimatla silahlı mücadeleyi tekrar başlattı.
Oysa o tarihte Kandil’deki PKK yöneticilerinin kahir ekseriyeti siyasette karar kılmanın gerekliliğine, yani silahların artık toprağa gömülmesi gerektiğine inanmışken Öcalan o süreçte kendisiyle ilişkilenenlerin tavsiyelerine uyarak farklı bir tutum sergiledi.
Öcalan’ın çağrısıyla Kandil’de yapılan olağanüstü kongrede siyaset yanlıları baskın çıkıp karar aldırtmak üzereyken Türkiye’den gelen avukatın Öcalan’ın yazılı talimatını aktararak tekrar silahlı mücadele kararının alınmasında oynadığı başat rolü bizzat tanıklarından dinlemiştim. O kongrede PKK Başkanlık Konseyi’nin en muktedir üyelerinden biri olan Nizamettin Taş’ın anlattıkları gerçekten yenilir yutulur değildi. Taş o avukatın Kandil’e bizzat helikopterle getirildiğini söylemişti bana. “Kongrede baskın eğilim, silahların bırakılması yönündeydi. Tam o esnada helikopterle bulunduğumuz alana getirilen o avukat Öcalan’ın mektubunu okudu. Biz de şiddetli tartışmalar sonucunda örgütten ayrıldığımızı ilan ettik” demişti. Ayrılanlar içinde o dönemde Öcalan’ın kardeşi Osman Öcalan’la birlikte örgütte etkili ve yetkili pek çok isim de vardı.
Bu vahim iddianın üstüne nedense gidilmedi. 2004 Ağustos’undan itibaren silahlar tekrar konuşmaya başladı.
Terör derinleştirildi. Erdoğan liderliğindeki AK Parti Hükümeti’nden malum güçlerin duyduğu rahatsızlık da arttıkça artıyordu.
PKK’nın silahları Erdoğan ve Hükümetinden rahatsızlık duyanların imdadına yetişmişti.
Erdoğan inkarı sonlandıran demokratik adımları atmıştı atacağına ama örgüt o birilerinin isteği doğrultusunda süreci sabote etmeyi sürdürüyordu.
Çünkü Öcalan da Kandil’dekiler de Erdoğan’ın asıl muktedir olmadığına ve pek yakında gidici olduğuna besbelli inandırılmışlardı.
Böyle olmadığı görüldüğünde iş işten geçmişti artık.
***
İmralı’nın kontrolü Erdoğan liderliğindeki sivil otoritenin kontrolüne geçtikten sonra yapılan görüşmelerle başlayan süreç, o 1999’tan sonra yakalanan süreçle artık uyumlu değildi.
Öcalan Erdoğan’a ve AK Parti Hükümetine karşı kullanıldığını fark ettiğinde şartlar değişmişti artık.
Kandil kontrolünden çıkmıştı.
Bir yanda Esed, bir yanda İran, ama asıl bir yanda da ABD-İsrail belirleyici olmaya başlamıştı.
Kandil’deki PKK sözde Öcalan’a bağlılık ifade etse bile gerçekte iplerini ağırlıklı olarak ABD-İsrail’e kaptırmıştı.
Devlet içinde de ABD emrindeki paralel güçler belirleyici konumdaydı. Özellikle de güvenlik bürokrasisinde ve idari katlarda.
O yüzden Öcalan’ın “Silah bırakma” çağrısı süreç içinde karşılıksız bırakıldı. Hem dışarıdan hem içeriden darbelendi.
Esed Suriye’nin kuzeyini PKK’ya süreci bozma karşılığında teslim etti. ABD patronaj görevi üslendi. Ve adına “çözüm süreci” denilen süreç, bir kez daha “çözümsüzlük girdabı”na terk edildi. PKK’ya Suriye’nin kuzeyinde bir devlet teklif edildi.
Öcalan’ın silah bırakma çağrısından rahatsızlık duyan içimizdeki bazı hainler bizzat Kandil’e koşup “Siz tam da bir devlete kavuşmak üzere iken nasıl silah bırakırsınız? Erdoğan ve devlet Öcalan üzerinden sizi kandırmak istiyor. Bu oyuna gelmeyin” telkinlerde bulundular.
Ve derken süreç bozuldu.
Sürecin bozulmasında devletin içinde süreci yönetme pozisyonunda olan paralel unsurlar da belirleyici rol oynadılar. Yanlış yol ve yöntemlerle halkın nefretini bilerek merkezileştirdiler.
Öcalan İmralı’ya gömüldü. ABD-İsrail Suriye’nin kuzeyini PKK güdümündeki bir “teröristan”a çevirdi.
İşte buradan söylüyorum: Erdoğan 1999’da iktidarda olsaydı bu sorun kökten çözülürdü. İktidara geldikten sonra kendisine çözdürmek istemediler. Sorundan beslenenler çözümsüzlüğü derinleştirdiler.
“Erdoğan Hükümeti devrilsin de ne olursa olsun!” diyenler bu ülkeye kaybettirdiler. Kazanan ne Türkler oldu ne Kürtler.