34,4744
36,3917
2.959,75
Kültür dünyamızın ve Milli Eğitim tarihimizin seçkin şahsiyetlerinden biri de merhum Muallim Cevdet Bey’dir. Onun hem Milli Eğitim sahasında hem de genel kültür konularında tam bir ayaklı kütüphane olduğunu, Osman Nuri Ergin, 748 sayfalık kitabında uzun uzun anlatmaktadır. Bu vesileyle belirtmek isterim ki Milli Eğitim camiamızın böyle bir esere bigâne kalması büyük bir eksikliktir.
Muallim Cevdet bütün ömrünü talebe yetiştirmeye vakfettiği için, ayrıca genç denilebilecek bir yaşta vefat etmiş olmasından dolayı kendisinden beklenilen eserleri kaleme alamadı. Yazmaya başladığı bazı eserler de -maalesef- yarım kaldı. Mesela, “Tarihi Sözlük” bunlardan biridir. Merhumun bu çok önemli çalışmasının ancak altı forması basılabilmiştir. Onun diğer bir önemli eseri ise 450 sayfalık “İbn-i Battuta’ya Zeyl” isimli araştırmasıdır ve bu eserini yazarımız Arapça olarak kaleme almıştır.
Muallim Cevdet’in küçük çaplı eserlerinden biri de “Zamanımızda Usul-ü İnşa ve Muhabere” adını taşımaktadır. 358 sayfalık bu kitabın ikinci bölümü sanki bir “intihabat” (seçmeler) mecmuasıdır. Eskiler bu isim altında hazırladıkları kitaplarda seçme şiirlere, önemli metinlere yer verirlerdi. Ayrıca “Güzel Yazılar” adıyla hazırlanan bazı kitapların olduğunu da biliyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam Süleyman Şevket bu minval üzere bir antoloji hazırlamıştır.
İşte Muallim Cevdet’in de yukarıda ismini verdiğimiz kitabında böyle ilgi çekici konular bulunmaktadır. Mesela, “Mevlid-i Şerif Beni Terbiye Etti” başlıklı yazı bunlardan biridir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kaleminden çıkan bu yazı, Osman Nuri Ergin Bey’in de dikkatini çekmiş olmalı ki onu da metin olarak eserine alma lüzumunu duymuş. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu sadece romancılığıyla tanıyan okuyucularımıza onun böyle cesur ve ilgi çekici yazılara da imza attığını hatırlatmak için “Mevlid-i Şerif Beni Terbiye Etti” başlıklı bu metni aşağıya alıyorum:
Ünlü romancımız dini edebiyatımızın şaheseri olan ve Süleyman Çelebi tarafından “Aşk-ı Nebi” ile kaleme alınan Mevlid-i Şerif’in hassas kulakları nasıl etkilediğini, hüşyâr gönülleri ne derece dalgalandırdığını şöyle anlatıyor:
“Dün Ayasofya, Beyazıt ve Şehzade camileri emsali görülmemiş bir cemaatle doluydu. Kadın erkek, çoluk çocuk binlerce Müslüman Eskişehir önünde şehit düşen mübarek din ve kan kardeşlerinin ruhuna ithaf edilen mevlid-i şeriflere iştirak için fevç fevç (grup grup) bu mabetlere koşuyordu. Biz bu müheyyiç (heyecan verici) izdihamı yalnız Ayasofya’da gördük. Fakat diğerlerini görenler de cami içlerinden avlulara taşacak kadar mehabetli cemaatlerden bahsediyorlar. Camilerimizdeki bu tezahürat bize eski zamanları hatırlattı. Dömeke, Golos zaferleriyle taçlanan 1898 Yunan seferinde de böyle sık sık camilerimizde içtimalar olurdu. Şühedanın ruhlarına mevlidler ithaf edilir, ordu için belagatli dualar okunurdu ve Ebedi Nusret temenni edilirdi.
O zamanlar Türklük, millet, halk mefhumları ve bunları ifade eden lehçe bizce henüz malum değildi. Bütün heyecanlarımız yalnız dini mahiyette mütecelli idi (tecelli ediyordu). Bütün zaferlerimiz birer mukaddes menkıbe haline girerdi. Büyük kumandanlarımızın muvaffakiyetini, şecaatini ve şehametini ancak ilahi bir tarzda teganni ederdik. İçimizde hissettiğimiz manevi kuvvete, ruhâni inşiraha esrarengiz şeyler karışırdı. Bundan daha evvelki zafer bayramlarımızı görmedim, bilmiyorum. Fakat beyaz sakallı Abdülezel Paşa’nın yağız çehreli Edhem Paşa’nın simalarıyla âdeta timsali bir mahiyet alan o gazamız çocukluğumun en tatlı, en silinmez hatıralarından birisidir.
Mensup olduğum milletin kuvvetine itimadı, mensup olduğum dinin hakikatine imanı ilk defa olarak zannederim o zaman öğrendim. Ondan sonra gençliğimiz bir sürü nikbet (talihsizlik) ve musibetlerle geçti. Hiçbir iyi gün görmedik. Kalbe endişe, korku, şüphe ve ümitsizlik veren zehirli bir hava içinde kavrulup gittik. İçimizden birçoğu imanını tamamen kaybetti. Bazıları bir zillet ve rezalet batağı içinde boğulup gitti. Kimimiz vâhi (boş) zevkler ve süfli hazlar vadisinde teselli aradık. Hülasa, bütün bedbaht nesil böyle perişan oldu. Dün birden bire kendimi o heybetli cemaatin içinde bulur bulmaz sandım ki, yeniden hayata doğuyorum. On yaşımdan otuz iki yaşıma kadar geçirdiğim meş’um (uğursuz) bir devrin bütün tesirleri ve bütün intibaları birdenbire üstümden sıyrılıverdi. Sanki bu devir bir kâbustu ve ben birden bire bu kâbustan uyanıyordum. Gençliğimi dolduran bütün o şüpheler, tereddütler, imanın zayıf düştüğü o buhranlı anlar, birtakım sahte ve müfsit bilgilerden hâsıl olma şeytani irfanın sıtmaları, hepsi bu mabedin havası içinde, bu cemaatin hararetinde eriyordu. Ağır bir hastalıktan sonra nekahat devrine girmiş bir hasta gibiydim. Meğer senelerden beri aradığım selamet yolu, senelerden beri beklediğim hakikat ne kadar yanımda imiş! Nafile yere nefes nefese birçok mürşidin peşinde koştum, birçok müncinin (kurtarıcının) yolunu bekledim, yıllarca istimdat ettim!
Rabbime bin kere hamd ü sena olsun ki, dünden beri hakikatin ve selametin bir cami ile bir cemaat haricinde bulunmadığını biliyorum. Beş on senedir Batı’ya uymak için açtığımız bütün o konferans salonlarında, halkı zorla topladığımız o miting meydanlarında görülen şeyler, işitilen sözler bir hocanın kıraat ettiği menkıbeden ve bu cemaatin sükûtu önünde bana ne kadar yavan ve boş göründüler. Meğer biz içinden çıktığımız hakiki âlemi bırakıp onun yanında kitaplardan öğrenilmiş sun’i (yapay) bir âlem icad etmek istemişiz ve bu âlemde hakkı, selameti aramışız. Hak ve selametin samimiyetinden, sıdkı hulusundan mürekkep bir hava dışında yaşayabileceğimizi sanmışız. Ve sınır boylarımızda askerlerimiz bizi ‘Allah Allah!’ nidalarıyla müdafaa ettiği sırada biz Allah’tan başka şeylere inanmışız!
Dün ilk defa bütün açıklığıyla anladım ki, bizim on seneden beri bu halka yaptırmak istediğimiz şeyler birer maymunluktan ibaretmiş. Niçin esas noktamız bu camiler olmamış? Niçin bu cemaati bir sokak kalabalığı haline sokmaya çalışmışız? Bu cemaat ki, bütün kuvvetini dininden alıyor. Bu cemaat ki, koca bir ümmetin bir kısmıdır ve evi, barkı, yurdu, vatanı ‘cami’dir. Başı sıkışınca sığındığı, kalbi inşiraha mazhar olunca gidip toplandığı yer bir camidir. O, ne milli kulüplerde, ne harsî konferans salonlarında, ne de siyasi miting meydanlarında burada hissettiği emniyeti, huzuru, munisliği bulabilir?
Münevverlerimiz halk mefhumunu Batı’ya göre anladıkları için bizim halkı da Batı’daki teşkilat usullerine göre idare etmeyi düşünüyorlar. Ve bu yolla yapılan tecrübelerin neticesizliğini görünce onu âtıl, mutaassıp, kabiliyetsiz bir kütle kabul ediyorlar. Halbuki halk bu münevverlerden oluşan sınıfın telkin ettiği sun’i, alafranga muhitin dışında kendine göre hayatını yaşıyor. Bu hayat ise, derûnî bir vecd ile daima müteyakkızdır. Heyecanlarını, kederlerini, sevinçlerini, öfkesini ve inşirahını göstermek için bizim yardımımıza ihtiyaç duymuyor. Bizim bulduğumuz vasıtaların ona lüzumu yoktur. Çünkü onun kendine göre sevkedici unsurları olduğu gibi yine kendine göre vasıtaları da vardır. Nitekim dün münevverlerimizden hiçbirinin haberi olmaksızın camilerimizde vuku bulan içtimalar böyle kendiliğinden olmuş, böyle teşviksiz, teşkilatsız sırf halkın (ümmetin diyecektim) ruhi saikleriyle, insiyaki bir şekilde vuku bulmuştur.
Dün ilk defa cahil ve âtıl bir kütle kabul ettiğimiz halk memleketin münevverlerine bazı ulvi hakikatlerin sırrını öğretti. Bunlardan biri, kalbin akıldan üstün olduğudur. İkincisi, sıdkın ve hulusun, imanın ve itikadın dışında kurtuluş yolu bulunmadığıdır. Üçüncüsü, millet ile ümmet mefhumlarını birbirinden ayırmamak gerektiğidir. 8 Nisan 1337.”
Süleyman Çelebi’ye, Muallim Cevdet’e ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na rahmet niyazıyla…