Gelelim yazının seyrine…
programı ÜLKE TV’de (
başladığında genç bir muhabirdim. Yıl 2007’ydi sanırım. Tam da Türkiye’nin uçurumlardan döndüğü zamanlar. Üç genç edebiyatçı;
,
ve
, ekranda; memleket meselelerini, şiiri, sanatı, romanı, edebiyat akımlarını, kahrolası dengeleri, emperyalizme direnmeyi ve Türkiyeliliği derinlemesine konuşuyor, aslında bir meydan okuma yapıyorlardı. Yıllar sonra anladım ki
Meksika Sınırı “Allah’ını seven defansta durmasın, forvete gelsin” çağrısıymış.
Darbe süreçlerinden; edebiyata, kültüre, sanata, mizaha, sinemaya yönelecek mecali kalmamış, son olarak üzerinden 28 Şubat geçmiş, AK Parti iktidarını ayakta tutmanın politik kavgasını vermekten başka şansı olmayan
İslamcılar yedikleri yumrukları saymayı bırakıyordu.
Peki, deli gibi okumuş, birbirlerini damıtmış bu çok bilen genç abilerimiz tam olarak ne söylüyorlardı? Bence,
“Bakın biz mütedeyyin dindar edebiyatçılar olarak, birilerinin tekelindeki büyük meseleleri; laiklerin -Kemalistlerin-sekülerlerin koyduğu bariyerlerin dışına çıkararak ele alıyoruz. ‘O öyle değil’ derken ‘bu böyledir’ tezini de ortaya koyuyoruz”
diyorlardı. Heyecanla ve gururla izliyordum. O vakitler, -benim de gazeteciliğe başladığım- haftalık çıkan
Gerçek Hayat dergisinin inşa ettiği bir zemin vardı.
Dergi elden ele dolaşırdı. İşte o okurlar, bir süre sonra Meksika Sınırı ile sürekli izleyiciye dönüşmüştü. Yani İslami camianın; gündem, kültür ve edebiyat üreticileri yeniden, biraz da popüler kültür yaparak boy vermeye başlamıştı.
Süreklilik, kalite, vizyon, iddialı olmak ve meselelerin üzerine cesaretle gitmek ise yoldaki işaretlerdi.