34,8895
36,5764
3.009,25
Gülay Uğur Göksel
İstanbul, milyonlarca insanın bir arada yaşadığı, çok kültürlü yapısıyla her köşesinde yaratıcı ruhu hissettiren, hikâyelerle örülü büyüleyici bir şehir. Bu hikâyeler arasında, sanatsal ifadeleriyle yeni bir aidiyet duygusu inşa etmeye çalışan ve görünmez önyargılarla, sistemsel engellerle cesurca mücadele eden göçmen sanatçıların anlatıları da bulunuyor. Bu bağlamda, 5-7 Aralık 2024 tarihlerinde İstanbul Postane’de düzenlenen Rebloom Festivali, sanat ve göç olgularının kesişiminde yer alan bireylerin hikâyelerini paylaşabilecekleri yaratıcı bir potansiyel alan sunan bir etkinlik olarak öne çıktı.
GAR (Göç Araştırmaları Derneği), HUBBAN, Urban.koop ve Interalia’nın iş birliğiyle gerçekleştirilen festival, dünyanın farklı yerlerinden İstanbul’a göç eden 14 sanatçıyı bir araya getirdi. Birlikte yaşam ve dayanışma olgularını bu tarz deneyimler aracılığıyla anlamaya çalışan bir akademisyen olarak, Rebloom Festivali’nin eş koordinatörlüğünü üstlenme şansını yakaladım.
Festivalin amacı, göçmen sanatçıların hikâyelerini özgürce paylaşabilecekleri, izleyicilerle bağ kurabilecekleri ve aidiyet hislerini yeşertebilecekleri bir alan yaratmaktı. Festivalde, sanat eserleri, kişisel objeler ve bu objelerin hikâyelerini içeren sergilerin yanı sıra konserler, canlı performanslar, film gösterimleri ve göçmen sanatçıların İstanbul’daki deneyimlerine odaklanan bir yuvarlak masa toplantısı düzenlendi.
Festivalin “Hayatta kalmaktan çiçek açmaya: İstanbul’daki Göçmen Sanatçıların Deneyimleri” başlıklı yuvarlak masa toplantısı, Türkiye, Nijerya, Pakistan, Ukrayna, Afganistan, Suriye, Filistin ve Lübnan’dan sanatçılara, ilham veren hikâyelerini paylaşabilecekleri anlamlı bir platform sağladı. Sanatçıların umut ve hayal kırıklıkları ile dolu deneyimleri, İstanbul’da daha kapsayıcı ve eşitlikçi bir sanat ortamına duyulan acil ihtiyacı vurgular nitelikteydi. Bu yazıda bu toplantıda konuşulan problemler ve önerilen çözümlerden bahsetmek istiyorum.
Zıtlıklar şehri: Yasal engeller ve aidiyet özlemi
İstanbul göçmen sanatçılar için hem ilham verici hem de karmaşık ve çok katmanlı zorluklar barındıran dinamik bir şehir. Zengin sanatsal geçmişiyle yaratıcı bir ortam sağlayan bu şehirde yasal düzenlemeler özellikle geçici koruma statüsündeki bireyler için çeşitli zorluklar yaratıyor. Bu statüdeki göçmenler, kayıtlı oldukları şehirde kalmaya zorlanırken, bu durum sadece İstanbul’un kültürel çeşitliliğini keşfetme olanaklarını değil, aynı zamanda burada kök salma ve kalıcı bir yaşam kurma fırsatlarını da sınırlıyor.
Bir sanatçı bu durumu şöyle dile getirdi: “İstanbul çok güzel, ama aynı zamanda bir hapishane gibi hissettiriyor” Bir başkası ise, “Şehrin diğer bölgelerini bile keşfedemezken, kendimi nasıl buranın bir parçası hissedebilirim?” diyerek benzer bir kaygıyı ifade etti. Bu tür hareket kısıtlamaları, bireylerin yaratıcılıklarını sınırlandırırken, toplumla daha derin bağlar kurma potansiyelini de olumsuz etkiliyor.
Dil bariyerleri de bu izolasyonu derinleştirebiliyor. Türkçe öğrenme imkânlarının sınırlılığı, göçmenlerin topluma daha etkin şekilde katılmalarını güçleştiriyor. Örneğin, bir sanatçı, Türkçe öğrenmek için yeterli destek bulamadığını ve bunun iletişim kurma çabalarını kısıtladığını belirtti. Buna ek olarak, sağlam bir destek ağına erişim eksikliği ve yasal statülerin belirsizliği, bireylerin geleceğe dair güven duygusu geliştirmesini zorlaştırıyor.
Yanlış bilgilendirme ise bu sorunları daha da pekiştiriyor. Göçmenlerin devlet kaynaklarını haksız yere kullandığına dair yanlış algılar, toplumda empatiyi zayıflatıp ayrışmayı teşvik ediyor. Bir sanatçının sözleri bu durumu özetler nitelikteydi: “İnsanlar, her şeyin bize bedava sunulduğunu sanıyor. Ama temel ihtiyaçlarımız için nasıl mücadele ettiğimizi bilmiyorlar”
Fotoğraf: Besim Can Zırh
Etkileşim olmadan uyum sağlamak
Göçmenlerin toplumsal uyumuna yönelik çabalar genellikle beklenen sonuçları veremiyor. Bir sanatçı, hükümetin düzenlediği bir sosyal uyum dersinde deneyimlediklerini şöyle anlattı: Katılımcılar büyük ve resmi bir salonda otururken, onlara Türk geleneklerini anlatan bir sunum videosu izletilmiş ancak etkileşim veya diyalog fırsatı sunulmamış. “Bize Türklerin otobüslerde yüksek sesten hoşlanmadığını söylediler ama bu dersi alırken bile sorularımıza cevap verecek ya da hikayelerimizi dinleyecek kimse yoktu, yalnızdık”
Bu tür yukarıdan aşağıya bir yaklaşım, kapsayıcılığı artırmaktan çok, genellikle yalnızlık hissini güçlendiriyor. Gerçek bir sosyal uyum ise, kültürlerin öğretilecek birer nesne gibi değil, eşitler olarak bir araya gelinebilecek anlamlı etkileşim alanlarını gerektiriyor.
Sosyal görünmezlik ve önyargıların ortaya çıkışı
Göçmen sanatçıların yaşadığı zorluklar, yalnızca yasal engeller ve yanlış bilgilendirmeyle sınırlı kalmayıp, sosyal görünmezlik ve köklü önyargılara kadar uzanıyor. Yuvarlak masa tartışmasında, Türkiyelilerin göçmenler hakkında sanki orada değillermiş gibi üçüncü şahıs olarak konuşmaları sıkça dile getirilen bir problem oldu. Bu tür ifadeler, göçmenlerin yabancı olarak algılanmasını pekiştiriyor.
Bir İranlı sanatçı, İstanbul’dan Hatay’a yaptığı bir otobüs yolculuğunu anlatarak önyargıların günlük yaşantıda nasıl hissedildiğine dikkat çekti. Sıkışık bir minibüse yönlendirilen sanatçı, yer yokluğunu protesto etmiş, ancak güvenli olmayan koşullarda oturmaya zorlanmış.
Yolculuk başladığında, yolcular onun Türkçe konuşabildiğini bildikleri halde, “Neden ülkelerine geri dönmüyorlar?” gibi cümlelerle göçmenleri açıkça eleştiren sözler söylemeye başlamışlar. Bu sözler sanatçının canını yakmış ama o, yorumlar dayanılmaz hale gelene kadar sessiz kalmış.
Sonra, cesaretini toplayarak, geçmişte geçirdiği bir kazanın travması nedeniyle sıkışık alanda oturmaya isteksiz olduğunu açıklamış.
Çok daha sonra, İranlı olduğunu öğrenen bir yolcunun ses tonu yumuşamış ve “Biz sizi Suriyeli sanıyorduk,” demiş. Bu durum sanatçının kendisini daha kötü hissetmesine neden olmuş. Toplantıda bu hikâyeyi, hem sosyal görünmezliğe dikkat çekmek hem de toplumsal önyargının milliyete göre nasıl değişiklik gösterdiğini vurgulamak için anlattığını belirtti. Bu hikâye, günlük yaşamda karşılaşılan küçük gibi görünen olayların bile ne denli derin etkiler bırakabileceğini ve göçmenlerin daha onurlu bir şekilde muamele görmesi gerektiğini bir kez daha ortaya koyuyor.
Görünenin ötesinde: Psikolojik zorluklar ve duygusal dayanıklılık
Sanatsal ifade duygularla derinden iç içedir, ancak yerinden edilmenin psikolojik bedeli çoğu zaman bu sesleri susturur. Toplantı da sanatçılar, günlük yaşamlarına nüfuz eden geçicilik ve güvensizlik duygularını anlattılar. Bir müzisyen, bir zamanlar teselli kaynağı olan şarkı yazma becerisini kaybettiğinden açıkça bahsetti. “Artık ne hissettiğimi bilmiyorum” dedi. “Üzgünüm ama başımı sokacak bir evim var. Mutlu değilim ama tehlikede de değilim. Duygularımın adını bile koyamazken nasıl şarkı yazabilirim?”
Bir başka görsel sanatçı, İstanbul’daki yaşamının belirsizliğinin yaratıcı ve duygusal sürecini nasıl derinden etkilediğini paylaştı. “Yere değmeyen köklerin resmini yapmaya devam ediyorum,” dedi. “Gökyüzüne ulaşmayan dallar, havada süzülüyor gibi görünen yapraklar. Sanki resimlerim hayatımı yansıtıyor – her zaman asılı, yere inemeyen”. Çalışmaları, birçok göçmenin yaşadığı geçici durumun bir metaforu, istikrar ve aidiyet bulma mücadelesinin dokunaklı bir yorumu haline gelmiş. Sosyal dışlanmanın şiddetlendirdiği bu duygusal felç, göçmen deneyimine göre uyarlanmış ruh sağlığı desteğinin öneminin altını çiziyor. Bu travma katmanları ele alınmadan birlikte yaşama giden köprü tamamlanmamış olacak.
Fotoğraf: Besim Can Zırh
Sanatın dönüştürücü gücü: Kültürel ayrılıklar arasında köprü kurmak
Bu zorlukların ortasında sanat bir can simidi olarak ortaya çıkıyor. Göçmen sanatçılar sanatlarını sadece kendilerini ifade etmek için değil, aynı zamanda anlayış ve empatiyi teşvik etmek için de bir araç olarak kullanıyorlar. En ilham verici örneklerden biri, sanatçılarının başarılarını kutlamak için bir ödül töreni düzenleyen İstanbul’daki Nijerya toplumundan geldi. Derin bir kolektif gurur duygusundan doğan bu taban girişimi, dayanışma ağlarının aidiyet alanları yaratma potansiyelinin altını çizdi.
Ancak sanatçılar bu çabaların sadece kendi omuzlarına yüklenemeyeceğini vurguladılar. Daha geniş bir toplumsal katılıma ihtiyaç var. Sanatçılar, sanatları aracılığıyla Türkiyeli izleyicilerle bağlantı kurmak için derin bir arzu duyduklarını ifade ettiler. Ancak, performanslarının çoğunlukla yabancı izleyicilerin ilgisini çektiğini görüyorlar; bu da kültürel uçurumlar arasında köprü kurmanın ve yeni evlerinde sanatsal sesleri için bir alan yaratmanın süregelen zorluğunun altını çiziyor.
Başka bir sanatçı bu durumun, genç Türk kuşaklarının kültürel köklerinden kopukluk algısı ve Avrupa ideallerine daha yakın olma arzusu ile ilgili olabileceğinin altını çizdi. Bu iç mücadelenin, Batılı olmayan ülkelerden gelenlerin kültürel ifadelerini kucaklamaya karşı bir dirence katkıda bulunabileceği ise ciddi bir şekilde düşünülmeli.
Aidiyet mekanları yaratmak: Önerileri eyleme dönüştürmek
Rebloom Festivali’ndeki yuvarlak masa toplantısında, dayanışmayı teşvik etmek ve göçmen ve yerel sanatçılar için kapsayıcı alanlar yaratmak amacıyla fikirlerin paylaşıldığı bir platform da sağladı. Katılımcılar birbiriyle bağlantılı sanatsal toplulukların önemine vurgu yaptı. Göçmen ve Türk sanatçıların iş birliği yapabileceği, kaynaklara erişebileceği ve çalışmalarını sergileyebileceği çevrimiçi bir platform önerdiler.
Toplumun her kesiminden izleyicileri çekmek için farklı gelenekleri harmanlayan yerel festivallerin düzenlenmesi gerektiğini belirttiler. Ayrıca, evrensel yaratma eylemi aracılığıyla dil engellerini aşan sanat atölyelerinin faydalı olacağını ifade ettiler.
Bunlar soyut hayaller değil, İstanbul ve çevresinde şekillenmeye başlayan uygulanabilir girişimler. Yerel yönetimler, taban hareketleri ve göçmenlerin öncülük ettiği kuruluşlar, bu tür projelerin sanatsal manzarayı dönüştürme ve anlamlı bağlantıları teşvik etme potansiyelini iyi örnekler olarak ortaya koyuyor.
Örneğin, İstanbul’un Kadıköy ilçesinin kalbindeki mütevazı bir bodrum katında faaliyet gösteren, göçmenlerin öncülük ettiği bir sanat kolektifi bunun en parlak örneklerinden biri. Ağırlıklı olarak Suriyeli, Filistinli ve Türk sanatçılardan oluşan kolektif, kültürel alışveriş için canlı bir merkez haline geldi. Kurumsal destekten yoksun olan grup, projelerini kendi finanse ediyor ve mekânını küçük sergiler, şiir okumaları ve müzik performansları için açıyor. Stüdyo aynı zamanda sanatçıların kimliklerini ve deneyimlerini özgürce ifade edebildikleri bir sığınak işlevi görüyor ve çalışmalarında genellikle yerinden edilme, umut ve dayanıklılık anlatıları üzerinde duruyor.
Fotoğraf: Besim Can Zırh
İyi örneklerden söz edilirken, yerel yönetimlerin rolünün ve sağladıkları katkıların önemi vurgulandı. Ankara’daki Altındağ Belediyesi ve İstanbul’daki Sultanbeyli Belediyesi’nin sanatsal programlarından bahsedildi. İlçelerindeki artan göçmen nüfusunu fark eden belediyeler, göçmenler ve Türkiyeli sakinleri arasında birlikte yaşam pratiklerini arttırmak amacıyla kurdukları dernekler bünyesinde ortak duvar boyama projeleri de dahil olmak üzere bir dizi kültürel atölye düzenlediğinden bahsedildi.
Bu örnekler dayanışma ağlarının büyük potansiyelini göstermekle birlikte, daha fazla desteğe duyulan ihtiyacın da altını çizmektedir. Belediyelerin, kültürel kuruluşların ve STK’ların finansman, lojistik destek ve daha geniş platformlara erişim sağlayarak bu çabaları güçlendirmesi ve genişletmesi gerekmektedir. Tabandan gelen ve göçmenlerin öncülük ettiği girişimler, özgünlüklerini ve topluluk odaklarını korurken etkilerini ölçeklendirmek için tanınmaya ve kaynaklara ihtiyaç duymaktadır.
Kapsayıcı sanatsal ağlar oluşturmak sadece bölünmeler arasında köprü kurmakla değil, ortak bir gelecek inşa etmekle de bağlantılıdır. Göçmen ve yerel sanatçıların, ister yeraltında ister şehir içinde olsun, işbirliği yapabilecekleri alanları destekleyerek ve bu alanlara yatırım yaparak, çeşitliliği en büyük gücü olarak kutlayan canlı bir kültürel ekosistemi teşvik edebiliriz.
Hayatta kalmaktan çiçek açmaya: Kapsayıcılığı yeniden hayal etmek
Birçok göçmen sanatçı için İstanbul, gelişmekten ziyade hayatta kalmanın şehri. Yine de Rebloom Festivali’nde paylaşılan hikayeler, alttan alta bir umut akımı olduğunu ortaya koyuyor. İster bir aydınlanma anında bestelenen bir şarkı, ister umutsuzluğa meydan okuyan bir duvar resmi, isterse de farklı toplulukları bir araya getiren ortak bir proje olsun, sanat ileriye doğru bir yol sunuyor.
Kapsayıcılığa giden yolun zorlukları yok değil. Ayrımcılığı sürdüren görünmez duvarları yıkmayı, bölünmeyi körükleyen yanlış bilgileri ele almayı ve İstanbul’u evi olarak görenlerin psikolojik refahına yatırım yapmayı gerektiriyor. Hepsinden önemlisi, birbirimizin içindeki insanlığı tanımaya yönelik kolektif bir kararlılık gerektiriyor.
Yuvarlak masa toplantısını dolduran sesler üzerine düşündüğümde, bu seslerin dayanıklılığı beni çok etkiledi. Büyük engeller karşısında bu sanatçılar yaratmaya, hayal kurmaya ve daha önce hiç olmayan yerlerde köprüler inşa etmeye devam ediyorlar. Onların hikayeleri bize toplumlarımızı dönüştürme gücünün büyük jestlerde değil, bizi birbirimize yaklaştıran küçük, istikrarlı dayanışma eylemlerinde yattığını hatırlatıyor.