34,5335
35,9418
3.001,95
Lozan Antlaşması ile Misakı Milli’ye en uygun kararların alınmasının ardından, artık idari yenilikleri yapmak gerekiyordu. Kuruluşundan itibaren geçen üç yıllık sürede, yaşanan savaş ortamına rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi görevini yerine getirmişti; şimdi ise geçmiş dönemi değerlendirerek içinde bulunulan yeni şartlarda yeni bir seçime gidilmesi uygun olacaktı.
İŞGAL SONA ERDİ
Bu arada İstanbul cephesinde bir değişiklik yaşanmış, Lozan Antlaşması’nda gündeme gelen barış şartlarının onaylanması üzerine, 1918 yılından itibaren konuşlandıkları İstanbul’daki varlıklarını 1920 yılında resmi bir işgale dönüştürmüş olan İtilaf Devletleri, artık şehri terk etmek zorunda kalmış, 6 Ekim 1923 günü İstanbul halkı nihayet silahların gölgesinden tümüyle kurtulmuştu. Ancak şimdi gündemde, yüzyıllardır uygarlıkların başkenti olan İstanbul’un yeni Türkiye’nin de başkenti olup olmayacağı sorusu vardı.
Eğer öyle olacak ise Türkiye Büyük Millet Meclisi artık faaliyetlerini bu şehirde sürdürmek üzere bir düzen kurmalıydı.
Ankara ise Aralık 1919’dan itibaren milli hareketin merkezi olmuş, bugüne kadar gelinen bütün aşamalara ev sahipliği yapmıştı. Bugünkü durum itibarıyla da aslında fiilen başkentlik işlevini sürdüren şehir Ankara’ydı. Buradan hareketle, İsmet Paşa ve arkadaşları, bu durumu yasayla belirlemek üzere bir öneride bulundular.
BAŞKENT ANKARA…
Tek maddeden oluşan bu öneri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 13 Ekim 1923 tarihli oturumunda büyük çoğunlukla kabul edildi ve “Türkiye Devleti’nin yönetim yeri Ankara’dır” cümlesiyle, yeni Türkiye başkentine resmi anlamda kavuşmuş oldu. Meclis’te seçim konusu ise Mustafa Kemal Paşa’nın yayımladığı bir bildiriyle gündemdeydi.
Bildiride, girilmesi umulan yeni barış ortamında bütün çabaların memleketin ekonomisini iyileştirmek, her türlü teşkilatı kurmak ve milletin refaha erişmesini sağlamak için yoğunlaşılacağı bildiriliyordu. Bunun için atılacak siyasi adım ise “Halk Fırkası” adlı bir parti kurularak Meclis’teki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun bu partiye dahil olmasıydı.
Kurulacak partinin esaslarını belirlemek üzere dokuz maddeden oluşan esaslar belirlenmişti. Birinci madde, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın kaderini bizzat ve fiilen idare etmesi esasına dayanır. Milletin gerçek ve yegâne temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında hiçbir fert, hiçbir makam milletin kaderine hâkim olamaz” cümleleriyle, hem bugüne kadar uğruna savaşılan amaç, hem de bundan sonra alınacak tavır açıklıkla anlatıyordu. İkinci madde, 1 Kasım 1922 tarihinde alınan kararla saltanatın kaldırılmasının “değişmez bir düstur” olduğunu bir kez daha teyit ediyordu.
Bundan sonraki maddelerde ise memleketin asayişine, hukuk işleyişine, alınacak ekonomik önlemlere, askerliğe ve devlet memuriyetine ilişkin hükümler yer alıyordu. Bu bildirinin yayımlanmasının ardından, seçim hazırlıklarına girişildi. Seçim çalışmaları, fırka adına bir heyet tarafından istasyondaki hususi kalem binasında bir odada yürütülüyor, Mustafa Kemal Paşa da her gün burada geç saatlere kadar çalışmalara katılıyordu.
YELEK CEBİNDEKİ NOT
20 Ocak 1921 tarihinde ilan edilmiş olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndaki bazı maddelerde birtakım değişiklikler yapılarak birinci maddenin sonuna “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir” cümlesi eklendi, üçüncü madde “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükümetin ayrıldığı idare kollarını ‘İcra Vekilleri’ vasıtasıyla idare eder” şeklinde düzenlendi.
Sekizinci ve dokuzuncu maddeler ise şu şekildeydi:
“Türkiye cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ‘Umumi Heyeti’ tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni cumhurbaşkanının seçilmesine kadar devam eder. Görev süresi biten cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir. Türkiye cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclis’e ve Vekiller Heyeti’ne başkanlık eder.
Başbakan, cumhurbaşkanı tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, başbakan tarafından ve yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra cumhurbaşkanı tarafından hepsi birden Meclis’in onayına sunulur. Meclis, toplantı halinde değilse, onaylama, Meclis’in toplantısına bırakılır.”
HASSAS GEÇİŞ DÖNEMİ
Bir not defterinin sayfalarına yazılmış bu maddeler, Mustafa Kemal Paşa’nın yelek cebinden çıkarılarak “Bunları müsvedde halinde tebyiz edeceksin. Yazılar biraz karışıktır; dikkat et; okuyamadığın yahut anlayamadığın bir yer olursa beni buraya çağırır sorarsın. Bir cümle düşüklüğüne rastlarsan düzeltmeye mezunsun. Aynı zamanda şunu da söyleyeyim ki bunları şimdilik yalnız sen ve ben bileceğiz. Amirlerine dahi bahsetmeye lüzum yoktur” sözleriyle Hasan Rıza (Soyak) Bey’e verilecekti.
Hasan Rıza Bey bu notları temize çekerken ara sıra başında durup kontrol eden Mustafa Kemal Paşa, daha sonra metin üzerinde biraz daha çalışarak tam bir anayasa tasarısı meydana getirecekti. Bu arada Meclis’teki Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun Halk Fırkası’na dönüşmesi gerçekleşmiş, 11 Eylül 1923 tarihli ilk toplantıda “Fırka Nizamnamesi” tüm üyeler tarafından imzalanmıştı. Mustafa Kemal Paşa, devlet idaresi, cumhuriyetten söz etmeksizin “milli hâkimiyet” ilkeleri çerçevesinde yoğunlaştırılmaya çalışılıyordu; ancak bir adım daha ileri giderek, Büyük Millet Meclisi’nden daha büyük bir makam olmadığını telkinde ısrar etmek, saltanat ve hilafet makamları olmadan da devleti idare etmenin mümkün olacağını ispat etmek gerekiyordu.
Devlet başkanından bahsetmeksizin onun görevi fiilen Meclis başkanına yaptırılıyor, fiiliyatta var olan hükümet, “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” adını taşıyor, kabine sistemine geçmekte çekingen davranılıyordu; zira memlekette küçümsenemeyecek bir çoğunluk teşkil eden saltanatçıların, hemen padişahın yetkisini kullanması gerektiğini ortaya atmaları tehlikesi kapıda bekliyordu. Bu hassas geçiş döneminde atılacak her adımda, söylenecek her sözde, kurulacak her ilişkide çok dikkatli davranmak gerekiyordu.
Bu günlerde Mustafa Kemal Paşa, sadece Avusturya kaynaklı Neue Freie Press adlı gazeteye verdiği bir demeçte “Yeni Türkiye devletinin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilk maddelerini size takrir edeceğim” diyerek üzerinde çalıştığı iki maddeyi bildirmiş, ardından şu cümleyi kurmuştu: “Bu iki maddeyi bir kelime ile özetlemek mümkündür: Cumhuriyet.” Mustafa Kemal Paşa’nın beklediği fırsat, ekim sonlarında, mevcut Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun uygulamasına ilişkin bir sorun aracılığıyla kendini gösterdi. Ali Fethi (Okyar) Bey Dahiliye Vekâleti’ndeki görevinden istifa etmiş, Ali Fuat Paşa’nın Meclis ikinci reisliğinden çekilmesi de bu kademeyi boş bırakmıştı. Kanuna göre Meclis Umumi Heyeti bu görevlere yeni isimler seçmeliydi. Meclis’te var olan muhalifler, hükümetin önerilerine karşılık farklı isimler ortaya atmış, bu öneri Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilmemişti. Bu durum, Meclis çalışmalarında kişisel duyguların öne geçtiğini ve hükümetin çalışma düzeninin her geçen gün sekteye uğratıldığını gösteriyordu.
TARİH: 28 EKİM 1923…
25 Ekim Perşembe günü ve bir sonraki gün Çankaya’da Mustafa Kemal Paşa başkanlığında bir araya gelen Vekiller Heyeti, Paşanın, Heyet Reisi Fethi Bey ve diğer heyet üyelerinin istifa zamanının geldiği yönündeki sözleriyle karşılaştı. Sadece Fevzi Paşa bu isimlerden hariç tutulacaktı; zira memleketin askeri meselelerinin idaresi tesadüfi bir kişiye teslim edilemezdi. Verilen bu karar doğrultusunda, 26 Ekim akşamı Vekiller Heyeti üyeleri Mustafa Kemal Paşa’ya sundukları şu mektupla istifa ettiler: “Türkiye devletinin, karşısında bulunan dahili ve harici mühim ve müşkil vazifeleri kolaylıkla neticelendirmekte muvaffak olması için gayet kuvvetli ve Meclis’in tam müzaheretine mazhar bir Vekiller Heyeti’ne kati ihtiyaç bulunduğu kanaatindeyiz. Buna binaen, ‘Yüksek Meclis’in her suretle itimat ve müzaheretine dayanan bir Vekiller Heyeti teşekkülüne hizmet etmek maksadıyla istifa eylediğimizi kemali hürmetle arz eyleriz efendim.”
İstifanın ardından mebuslar bir araya gelip çeşili listeler oluşturmaya çalışıyorlardı; fakat hiçbir grup tarafından, Meclis Umumi Heyeti’nin onaylayabileceği nitelikte bir liste çıkarılamıyordu. 28 Ekim akşamı, toplantı halinde bulunan Fırka İdare Heyeti de Mustafa Kemal Paşa’yı davet ederek kendisine bir liste sundu. Ancak bu listede de bazı aksaklıklar olduğu görülüyordu. Bunun üzerine, heyet üyelerine daha kesin bir liste oluşturmaları direktifini veren Mustafa Kemal Paşa, bu vesileyle, uzun zamandır içinde tuttuğu niyeti de şu cümleyle mebuslara açıkladı: “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.”
29 Ekim 1923 günü saat 10.00’da toplanan Halk Fırkası Grubu, Vekiller Heyeti seçimi konusunda tartışmalara başlamış, hazırlık mahiyetinde bir liste meydana getirmişti. Ancak İzmir mebusu Celal (Bayar) Bey’in, seçimde acele edilmemesi ve doğru isimlerin saptanması için iyice düşünülmesi önerisi üzerine, bu meselenin Mustafa Kemal Paşa aracılığıyla halledilmesine karar verildi. Toplantıya davet edilen paşa, doğruca kürsüye çıkarak, kendisine bir saat kadar müsaade edilirse bir çözüm yolu bulup sunacağını dile getirdi. Bu bir saat içinde, gerekli gördüğü mebusları Meclis’teki odasına davet ederek onlara 28/29 Ekim gecesi hazırladığım kanun tasarısını gösterdi. Saat 13.30’da Fethi Bey’in başkanlığında yeniden toplanan parti genel kurulunda Mustafa Kemal Paşa ilk sözü alarak kürsüde şu konuşmayı yaptı:
TEKLİFİ AÇIKLIYOR
“Saygıdeğer arkadaşlar, üzerinde durduğumuz meselenin çözümünde karşılaşılan güçlüklerin sebebi, bütün arkadaşlarca anlaşılmıştır sanırım. Eksiklik ve yanlışlık, uygulamakta olduğumuz usul ve şekildedir. Gerçekten de yürürlükteki Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre bir hükümet kurmaya teşebbüs ettiğimiz zaman, bütün arkadaşların her biri vekilleri ve hükümeti seçmek mecburiyeti ile karşı karşıya kalıyor. Hepinizin birden hükümet üyelerini seçmek zorıında kalmanızda görülen güçlüğün giderilmesi zamanı gelmiştir. Geçen dönemde de aynı şekilde güçlükle karşılaşılıyordu. Görülüyor ki bu usul bazen birçok karışıklıklara yol açıyor. Yüksek heyetiniz bu güçlüğün çözülmesi için beni görevlendirdi. Ben de bilginize sunduğum bu görüşten hareket ederek düşündüğüm şekli tespit ettim. Onu teklif edeceğim. Teklifim kabul edilirse kuvvetli ve kendi içinde uyumlu bir hükümet kurmak mümkün olacaktır. Devletimizin şekil ve niteliğini tespit eden ve hepimiz için bir gaye olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’muzun bazı noktalarına açıklık kazandırmak gerekir.”
Mustafa Kemal Paşa, bu sözlerin ardından tasarıyı kâtiplerden birine uzatarak kürsüden ayrıldı. Teklifin niteliği anlaşıldıktan sonra hemen mebuslar arasında tartışmalar başladı. Çeşitli eğilimlere sahip mebusların görüşlerini beyan etmelerinin ardından, teklifin bütünü ve ardından da maddeler okunarak görüşüldü ve sonuçta tüm maddeler kabul edilerek toplantıya son verildi. Aynı akşam saat 18.00’de Meclis toplantısı açıldı.
ALKIŞLARLA KABUL EDİLDİ
Kanun teklifi, Kanun-ı Esasi Encümeni tarafından usulen incelenip tutanağı hazırlanırken, Meclis diğer işlerle meşgul oluyordu. Sonunda, başkanlık kürsüsünde oturan Başkan Vekili İsmet Paşa’nın “Kanun-ı Esasi Encümeni, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda değişiklikler yapılması ile ilgili tasarının öncelikle ve derhal görüşülmesini teklif ediyor” sözlerinin “Kabul!” sesleriyle karşılanması üzerine tutanak okundu.
Nihayet, kanun, katılımcıların “Yaşasın Cumhuriyet!” sesleriyle alkışlanan konuşmalarıyla kabul edildi. Hemen ardından cumhurbaşkanı seçimi için yapılan oylamanın sonuçları ise İsmet Bey tarafından şu şekilde bildiriliyordu: “Türkiye Cumhurbaşkanlığı için yapılan oylamaya 158 kişi katılmış ve Cumhurbaşkanlığı’na 158 üye, oybirliği ile Ankara Mebusu Mustafa Kemal Paşa hazretlerini seçmişlerdir.”
‘YENİ DOĞMUŞ ÇOCUK…’
Cumhuriyet kararı 29/30 Ekim 1923 gecesi saat 20.30’da verilmiş, 15 dakika sonra cumhurbaşkanı seçilmiş ve bu yeni gelişme aynı gece bütün memlekette gece yarısından sonra 101 pare top atılarak ilan edilmişti.
Cumhuriyetin ilanı, bütün milletçe sevinçle karşılanırken İstanbul’da bazı kimseler ve iki üç gazete bu sevince katılmaktan çekinip durumu endişeyle karşılıyor, hatta Cumhuriyet’in ilanına önayak olanları eleştirmeye girişiyorlardı. Bu, Mustafa Kemal Paşa’nın deyimiyle “en hafif bir rüzgârdan bile korunması gereken yeni doğmuş bir çocuğun, onu beslediklerini söyleyenler tarafından hırpalanması” demekti; ancak yine de o çocuk, kendisini hırpalamaya çalışanlara direnecek kuvveti kendinde bulacaktı.