34,5017
36,1490
2.985,04
Hep görmek istediğim bir yerdi Gümülcine. Geçen cuma günü nasip oldu.
Edirne/İpsala hudut kapımızdan Yunanistan’a geçtik. Gümülcine’ye vardığımızda cuma ezanı okunuyordu. Değerli Başkonsolosumuz Aykut Ünal bizi camide bekliyordu. Batı Trakya’nın seçilmiş müftüsü bilge adam İbrahim Şerif’in vaazının sonuna yetiştik. Sağ olsun kısa bir selamla konuşma yapmamızı istedi. Biz de oradaki Müslüman Türk kardeşlerimize ana vatanlarından getirdiğimiz selamları ilettik.
“Türkiye sizin ana vatanınız ama burası da sizin yurdunuz” dedik.
“Siz nerede iseniz biz de oradayız. Biz birbirimizin kardeşleriyiz. Sizin hukukunuz bizim hukukumuzdur. Sevinciniz bizim sevincimiz, acınız bizim acımızdır. Biz bir bedenin farklı uzuvlarıyız. Aramıza sınırlar girmiş olabilir ama bizim yürek coğrafyamız bir bizim. Yürek coğrafyamıza kimse sınır çizemez.”
Birlikte cuma namazı kıldık. Aynı kıbleye yönelerek. Aynı duaları okuyarak omuz omuza. Sadece omuzlarımız ve ellerimiz değmedi birbirine asıl yüreklerimiz bütünleşti aynı İmanla.
Hutbenin teması sınır tanımayan İslam kardeşliği üzerineydi. Ne ırk, ne coğrafya ne renk, ne mezhep sınırlarına sığmayan yalnızca akide temelli kapsayıcı bir kardeşlik şuuru. O yüzden Gazze bizdendi. Ebu Ubeydeler bizim en yiğit kardeşlerimizdi. Lübnan’da öldürülenler bizim kardeşlerimizdi. Hutbede bu kardeşlik şuuruna yaslanan bir Gazze ve Filistin duyarlılığı çok özlü ve anlamlı biçimde işlendi.
*
Türkiye’den gelmek o Türk kardeşlerimiz için epey bir anlamlı. Bir o kadar da heyecan verici. Sımsıcak yüreklerimizle kucaklaştık namazdan sonra.
Çocukların cıvıl cıvıl sesleri bir başka hoştu. Cami avlusunda ilkokulda okuyan evlatlarımızın elinde Kur’an mushafları Batı Trakya Türk’ünün asli kimliğinin göstergesiydi. Türk denince akla Müslümanlık, Müslümanlık denince akla Türk’ün gelmesi boşuna değildi elbet. Türk o akidesinden soyutladığınızda geriye sadece anlamsız bir ceset kalır çünkü.
Balkanları tutan Türklüğün İslamiyet’le bütünleşmiş bir ruh olduğunu bir kez daha anlamış oldum.
Türk azınlığın seçilmiş müftüsü değerli âlim İbrahim Şerif efsanevî bir isim. İlerleyen yaşına rağmen ruhen dipdiri. Mücadele azmine ve heyecanına hayran kaldım. Onunla tanışmak elbette büyük bir şeref benim için. Onurlu Türklük-İslamlık mücadelesinin simgesi çünkü.
*
Değerli Başkonsolosumuz Aykut Ünal’la beraber Cuma’dan sonra muhterem İbrahim Şerif’in de katıldığı öğle yemeğinde Gümülcine’nin kanaat önderleriyle uzun uzadıya hasbihal ettik.
Dostluk Eşitlik Barış Partisi (DEB) Genel Başkanı Sn. Çiğdem Asafoğlu, Batı Trakya Türk Öğretmenleri Birliği Başkanı Sn. Aydın Ahmet ve Gümülcine Türk Gençler Birliği Başkanı Sedat Ayhan’la verimli söyleşilerimiz oldu.
Hepsine çok teşekkür ederim.
Bilsinler ki yüreğimizi orada bırakarak, onların da yüreklerini yüreğimizin içine alarak Gümülcine’den ayrıldık. Bir daha gelme sözü vererek. Gümülcine’nin yanı sıra İskeçe’yi ve diğer şehirleri de görme sözü vererek ayrıldık.
Sözümüz sözdür bizim.
*
Gümülcine Kırcaali’ye bir buçuk saat mesafede.
Birbirine adeta sırtını dayamış iki kardeş şehir.
Geçmişte asırlarca Osmanlı’nın iki şehri olan Gümülcine ve Kırcaali bugün iki ayrı devletin sınırları içinde.
Gümülcine Yunanistan’ın şehri, Kırcaali ise Bulgaristan’ın. Ama her ikisinin de Türk ve Müslüman kimliği çok belirgin.
Kırcaali’de her yerde Osmanlı çıkar karşınıza.
Tıpkı bugün adı Polovniv olarak geçen Filibe’de olduğu gibi.
Bulgaristan’ın uzun tarihi geçmişinde Türklük ve Osmanlılık, yani İslamlık vardır.
Kırcaali’nin Ardino beldesinde ormanlık dağların arasında Osmanlının inşa ettiği köprü bir anıt eser olarak görülmeye değer. Edirne’den Yunanistan’ı Filibe şehrine bağlayan bu görkemli köprü o görkemli ruhuyla hala dimdik duruyor.
Ardino ünlü yazarımız-edebiyatçımız Sabahattin Ali’nin 1907’de doğduğu yer.
Bugün müze olarak kullanılan dönemin Osmanlı kışlasını ve baruthanesini gezdik.
Tek parti döneminde ömrü zindanlarda geçmiş ve Bulgaristan’a kaçmak isterken başına hunharca vurularak öldürülen Sabahattin Ali’nin büstünün bulunduğu müzeyi gezerken tarihimizin büyüklüğünü ve yürek coğrafyamızın anlam derinliğini yeniden düşünme imkanı buldum.
Bugün kaybettiğimiz asıl şeyin, o bizi biz yapan ruh olduğunu bir kez daha fark ederek üzüldüm.
Ruhun yitimiyle küçücük bir bedene dönüştürüldüğümüzü hala fark edemiyor olmamıza hayıflandım.
Bizi hapsettikleri o daracık sınırın içinde asıl ruhumuzun ve yüreğimizin öldürülmek istendiği ne kadar da açık.
Bizi kendilerine benzeterek sadece kupkuru bir bedene dönüştürmek isteyenlere karşı ruhumuzun direndiğini görmek ise mutlulukların en büyüğü.
Orada bizi gördüm.
Direnen ruhumuzu gördüm,
İbrahim Şerif’lerin şahsında ete kemiğe bürünen ruhumuzu gördüm.
O ruhun cisimleştiği Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin yakın ilgisini ve yardım elini gördüm.
Türkiye o ruhun sahibi ve hâmisi olarak görülüyor.
Umudun ve güvenin güçlü ana vatanı olarak görülüyor.
Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türk azınlığın ciddi sorunları var.
Baş müftülük ve müftülük seçimi kangrene dönüşmüş durumda.
Bir yanda azınlığın özgür seçimiyle belirlenen müftüler var öbür yanda Yunanistan Hükümetinin atadığı ama azınlık tarafından kabul edilmeyen müftüler var.
Bu sorun ciddi bir çatışma alanı oluşturuyor.
Geçmişteki antlaşmalar (1913 Atina ve 1923 Lozan) hukuki belirsizliklerle dolu. Yunan Hükümeti hukuki netlik içermeyen hususlarda Müslüman Türk azınlığın haklarını keyfince kısıtlama yoluna gidebiliyor. Müftülerin atanması gibi. Seçilen müftülerin yasa dışı ilan edilip takibata maruz bırakılmaları gibi. Azınlık okullarının hem sayısını azaltıp hem azınlık mensubu çocukların eğitimine müdahale etmeleri gibi.
Bu konularda AİHM’in Türk azınlığın lehine verdiği kararları yıllar yılıdır tatbik etme yoluna gitmemesi de ciddi bir rahatsızlık alanı oluşturuyor.
1913 Osmanlı-Bulgar Krallığı arasında imzalanan Atina Antlaşmasında yer alan baş müftü ve müftüler seçimiyle alakalı hususlar Lozan’da yer almadığı gerekçesiyle askıya alınabilmiş. Ne yazık ki Lozan’da bu hususun antlaşma hükümleri içinde apaçık zikredilmemiş olması Yunanistan’ın keyfince hareket etmesine imkân tanımış.
1995 yılına kadar müftülüklere tanınan azınlığın şahsi hukuklarını (nikah boşanma miras vb) uygulama yetkisi 1995’ten itibaren çıkartılan yasalarla peyderpey ellerinden alınmış durumda.
Türk azınlığın vakıf malları da kendilerine verilmiş değil. İdaresi de kendilerine ait değil.
1985’e kadar Türk azınlığın kendi içinde belirleyip bildirdiği isimler müftü olarak kabul edilirken bu uygulamadan da 1985’ten sonra vazgeçilmiş. Bunun yerine merkezi hükümetçe Türkiye’den değil de özellikle Suudi Arabistan’dan mezun olanlar müftü olarak atanmış.
Zaten 1913 Antlaşmasında yer alan baş müftülük sistemi tamamen kaldırılmış.
Oysa Türkiye’de Rum azınlık tarafından seçimle belirlenen Patrik Hükümet nezdinde kabul ediliyor.
Türkiye azınlık vakıflarının malları kendilerine tevdi edilmiş durumda.
Azınlık okulları da Yunanistan’la mukayese edilemeyecek ölçüde özgür ve yaygın.
Şimdilerde Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması meselesi gündemde iken söyleyecek bir çift sözüm var.
İlke olarak din ve inanç özgürlüğünü sonuna kadar savunan biriyim. Bu bağlamda ruhban okulunun açılmasında bir sakınca görmem.
Lakin bu konu Lozan’la çerçevelenmiş bir azınlıklar konusu olduğu için burada mütekabiliyet esasının aranmasını olmazsa olmaz önemde görüyorum.
Sadece ruhban okulu için değil diğer azınlık okulları için de mütekabiliyet esasının harfiyen uygulanmasını salık veriyorum.
Yunanistan’da Türk azınlık okulları nasıl bir uygulama varsa aynısının da Türkiye’de olması, Yunanistan’daki ilgili okul yönetmeliklerin aynısının tercüme edilerek Türkiye’deki azınlık okullarına gönderilmesini, yani uygulamada mütekabiliyet ilkesinin tatbikini, sorunların çözümü için şart görüyorum.
Aksi takdirde oralarda öksüz ve yetim bıraktığımız Türk kardeşlerimizin zaman içerisinde Türklüklerini de Müslümanlıklarını da kaybedecekleri bir zeminin oluşmasına kendimiz yol açma vebali altına gireriz.