34,9475
36,7793
2.987,97
Ege ve Akdeniz seferindeyiz MTO’muzun demirbaşlarından Muharrem Kartancı hocamla birlikte. Bize MTO Muğla temsilcimiz Cemal Demirtaş, Bilal Gürçay kardeşlerimiz mihmandarlık, Özgür Şimşek kardeşimiz ve değerli eşi Şahsenem Hanım eşlik ediyor. 8 günlük bir sefer hâli bu. 30’a yakın konferans, hasbihal ve sohbet. Ege’de ve Akdeniz’de kazı yapıyoruz, İslâm’ın üstü örtülen izlerini gün ışığına çıkarıyor, geleceğimizi inşa edecek tohumları ekiyoruz üniversite ve parlak liselerimizde verdiğimiz konferanslarla.
Dün Bursa temsilcimiz Nuri Gür Bey kardeşimin katılamadığı Ege Akdeniz seferimize ilişkin katılamadığı için hüzün dolu gözlemlerini yayınlamıştım. Bugün de devam ediyorum.
***
Bu gezide, sadece şehirler adımlanmıyor; bir medeniyetin ruhu da yeniden şekilleniyor. Dersler, sohbetler, konferanslar… Bütün bunlar, medeniyetin yeniden ihya edilmesi için seçilmiş araçlar. Çünkü Yusuf Kaplan’ın dediği gibi, “bu ülkede medyanın yaptığı yıkımı hiçbir güç yapamadı.” Medeniyet, zihinlerin inşasıyla başlar; o zihinler ise sahnede, salonda, kütüphanede şekillenir. Ama işte, ben o “sahnede” değilim. O “salonda” değilim.
Belki de Yusuf Kaplan hocanın çantasını taşımak bile bana nasip olmadı. Bu bir nasipsizlik mi, yoksa teslimiyetin bir imtihanı mı? Bu soruyla sabah ezanlarının serinliğinde Allah’a yöneliyorum:
“Ya Rab, bu yolculukta bana da bir yer nasip et. Eğer bu yolda bir payım varsa, o tohumu toprağa düşürmemi sağla. Yoksa, beni bu hasretle sınama.”
Bu ağıt sadece bir yolculuğun yasını tutmuyor. Bu ağıt, medeniyetimizin içinde bulunduğu yarım kalmışlığın bir yansıması. Her şey yarım…
İnsanlar yarım, şehirler yarım, hikâyeler yarım. Ve bu yarımlık, tamamlanmayı bekleyen bir çabanın işareti. O çaba, işte bu seferle ete kemiğe bürünüyor.
Şimdi düşünüyorum, bir çınar ağacı gibi olmayı. Köklerimi, hakikate bağlamayı. Gövdemle insanlara bir dayanak olmayı. Ve dallarımla göğe uzanmayı…
Ama bu ancak tohumlar toprağa düştüğünde mümkün olacak. O tohumlar bugün Kuşadası’nda, Aydın’da ekiliyor. Belki de benim yokluğum, bu tohumların yeşermesine engel olmayacak.
Çünkü hakikat bir kişinin değil, bir topluluğun meselesidir. Ama yine de içimde bir hüzün var. O hüznü susturmak için elimden gelen tek şey dua etmek: “Ya Rab,
bu seferin ruhunu anlamayı ve bir gün bu ruhla adımlamayı
bana nasip et.”
Her sefer, bir hikâyenin başlangıcıdır. Ama benim için bu sefer, adımlayamadığım yolların yasını tutmakla başladı.
İzmir’den Antalya’ya uzanan bu yolculuk, sadece fiziksel bir hareket değil; gönüller arası köprüler inşa eden bir seferdi. O köprülerin inşasında bir taş bile koyamamış olmanın eksikliği içimde bir ateş gibi yanıyor.
Ey gönül, sana soruyorum: Bir insan, medeniyetin yükünü omuzlamak için bu kadar istekliyken neden kendini dışlanmış hisseder? Oysa bu yolculuğun amacı, tam da bu hissi yaşayanlara bir kapı aralamaktı.
Medeniyet Tasavvuru Okulu, 100 kitabıyla, dersleriyle, kamplarıyla, konferanslarıyla, tiyatrolarıyla, sinemasıyla, sadece bir eğitim projesi değil; bu çağın ruhuna bir dokunuş, insanları tekrar özlerine döndürme gayretiydi.
Bu sefer, “medeniyet” dediğimiz o derin kavramın yeniden inşası için bir adım değil miydi? Zihnen işgal edilmiş bu topraklarda, hakikati yeniden hatırlatma çabasıydı.
Yusuf Kaplan hocanın “Şikâyet etme, bir hikâye inşa et” sözü, işte bu çabanın özeti. Ama ben o hikâyenin içinde bir cümle bile olamadım. O hikâyeyi anlatan seslerin bir yankısı bile olamadım.
Yusuf Hoca konuşurken ellerinde kalem defter not alan gençleri gözümde canlandırıyorum. Ellerinde taşlar yerine kelimeler, zihinlerde öfke yerine hakikat. Bu konferanslar, sadece bir konuşma değil; bir medeniyetin adalet çağrısının sahneye taşınmış haliydi.
O sahnede ilim vardı, irfan vardı, hikmet vardı, hakikat vardı. Ve ben, o hakikatin dışında kaldım. Ama belki de mesele tam burada düğümleniyor. O sahnede olamamak, belki de sahneyi daha iyi anlamamı sağlıyor. Bu seferin tohumları, sadece orada bulunanların yüreğine düşmüyor.
Buradan bakarken bile bu tohumların filizlendiğini hissediyorum. Belki de asıl mesele, bu tohumların bir parçası olmayı kalben istemek, o köklerin bir uzantısı haline gelmek.
O kökler ki, bu topraklarda “medeniyet” denilen o büyük çınarın temelini oluşturacak. Tıpkı Kuşadası’nda atılan o ilk adımlar gibi, bu kökler de bir gün dallarını her yere uzatacak.
Belki o zaman ben de, bir yaprak misali, bu çınarın bir parçası olurum. Ama şimdi, kökün uzağında, bir tohum gibi hissediyorum kendimi. Henüz toprağa düşememiş, rüzgârın peşinde savrulan bir tohum.
Ey Yusuf Kaplan hocam, sizin adanmışlığınızın çantasını bile taşıyamadığım için bu kadar üzgünüm.
O çanta ki, sadece bir nesnenin değil, bir medeniyetin yükünü taşıyor. O yükü bir nebze hafifletmek, bu hikâyenin içinde yer almak ne büyük bir nasip olurdu. Ama şimdi bu nasibi bekleyen, duasını sessizce eden bir yolcuyum.
Bir çınar olmak için önce toprakta bir tohum olmayı öğrenmem gerekiyor. Ve belki de bu yolculuk, benim için bir ders, bir imtihan. Sabırla, tevekkülle, teslimiyetle… Ve belki de bu hasret, medeniyetin yasını tutarken kendi hikâyemi bulmam için bir fırsat.
Bu bir ağıt, evet. Ama bir yenilginin değil, bir teslimiyetin ağıdı. Gönlümde yankılanan bu hüzün, aslında bir çağrının yankısı. Bu çağrı, sadece medeniyetin inşası için değil; insanın, insanlık değerlerinin ve hakikatin ihyası için bir uyanış çağrısı. Ege’nin, Akdeniz’in yollarında yanan bir ışık var şimdi.
O ışık, Yusuf Kaplan hocanın sözlerinde, genç talebelerin yüreğinde, medeniyet tasavvuru yolculuğuna gönül verenlerin adımlarında parlıyor.
O ışık, yalnızca bir seferin değil, asırlık bir mücadelenin işareti. Ama biliyorum ki bu ışık, yalnızca yollarda yürüyenlerin değil, kalplerde yer bulanların da rehberi olabilir.
O ışık, benim gibi bir köşede kalmış, ama gönlü o yola adanmış bir yolcunun da yolunu aydınlatabilir. Çünkü medeniyet dediğimiz şey, sadece adımlarla değil, yüreklerle taşınır. Her adanmışlık, her dua, o büyük çınarın bir yaprağıdır. Şimdi bu topraklarda yükselen çınarları düşünüyorum.
Kuşadası’ndan Aydın’a, Adnan Menderes Üniversitesi’nden huzur sokağına kadar uzanan o yolları. Orada ekilen tohumları, bir gün göğe yükselecek dallarıyla hayal ediyorum. Ve belki de bu hayalin bir parçası olmayı kalbimde saklıyorum.
Yolculuklara katılamayışım, ellerimle o çantayı taşıyamayışım belki de bir eksiklik değil, bir fırsat. Belki bu ağıt, içimdeki köklerin farkına varmam için bir vesile. Ve belki de bu hüzün, beni kendi hikâyemi inşa etmeye çağırıyor.
“Şikâyet etme, bir hikâye inşa et,” dedi Yusuf Kaplan hocam. İşte bu yazı, o hikâyenin ilk cümlesi.
Medeniyet Tasavvuru Okulu’nun ruhunu anlamak ve o ruhun bir parçası olmak için bir adım. Bu adım belki de sadece yazıyla değil, kalbimle atacağım bir yolculuğun başlangıcı. Eğer bu sefer, benim için bir başlangıçsa, bu ağıt bir son değil.
Aksine, bu yazı bir çağrı. Kendime, size, hepimize… Çınarların yasını tutmak değil, o çınarların bir yaprağı olmaya aday olmak için bir çağrı. Ve bu çağrının peşinden giderek, bir gün o çınarın gölgesinde buluşacağımıza inanıyorum.
Bu bir hikâye, ama sonu henüz yazılmadı. Çünkü medeniyet dediğimiz şey, tamamlanmış bir cümle değil; her neslin üzerine yeni kelimeler eklediği bir metin. Ve biz, bu metnin bir parçası olmaya talibiz.
Şimdi, sabah ezanlarının serinliğiyle Rabbime dua ediyorum:
“Ya Rab, bu hikâyede bana bir yer aç. Eğer o tohumlardan biri olacaksam, köklerimi hakikate bağla. Ve beni, bu çağrının bir yankısı yap.”