Son çeyrek asırda Öcalan’ın liderliğini aşındıran, ilki içeriden, diğeri dışarıdan iki mühim dinamiğin işlemiş olduğunu düşünüyorum. Bir defa,
Kürt kökenli vatandaşlarımızın sosyolojik-kültürel dünyası
dönüşmüştür. Artık Türkiye’de,
, tüketim ile barışık çok daha kentli bir Kürt nüfus yaşıyor. Bu kitlenin sosyolojik, psikolojik ve kültürel ihtiyaçları çok farklı. Geleneksel Kürtlüğün simgeleri ve donanımlarının hayli dışına çıkan bir figür olarak Selahattin Demirtaş’ın yükselişi tam da bunu gösteriyor.
Partisini “Türkiyelileştirmek” iddiası aslında bu kentleşmiş Kürtlere hitap eden bir kavramsal kod.
Selahattin Demirtaş aslında Türkiyelileşmek derken
ABD WOKE solculuğunun tekmil tematiklerini devreye sokan kültürel-ideolojik bir dönüşümün
de öncülüğünü yapmaktaydı. Hoş, Öcalan da Murray Bookchin gibileri okuyarak bu yolda adım atmış ama tecrit edilmesi bu mesajlarını dışarıya taşımakta kendisini zorlamıştı. Ama bundan daha mühimi, kentli WOKE solculuğu dağlarda geçen sert bir kariyere pek de oturmuyordu. Selahattin Demirtaş ise bu geçişi taşıyabiliyordu. Türk WOKE solculuğuyla Kürtçülüğü yakınlaştırmakta hayli başarılı olmuş ve %13’lük bir oy oranı yakalamıştı. Ama WOKE solculuğunun kırsalda derinlikleri olan ve ayrılıkçı köklere sâhip bir hareket içinde ne kadar tutunabileceğinden kendisi bile emin olmamış, “emanet oy desteklerini” ağzından kaçırmıştı.