34,5657
36,0742
3.009,63
Bezmi Nusret Kaygusuz’un, kütüphanemde üç kitabı bulunuyor. Bunlardan biri Şeyh Bedreddin Simaveni, diğeri Kurumuş Pınar, öteki de Bir Roman Gibi ismini taşıyor. Bu sonuncusu adından da anlaşıldığı gibi, bir roman üslubuyla kaleme alınmış. Yazar, Meşrutiyet’te, İstibdat’ta, Demokrasi Yolunda, Aralık Faslı, Maarifte, Milli Mücadele’de, Ticaret’te, Maliye’de başlıklarıyla çoğunluğunu tanıdığı; gördüğü ve bildiği şahısların teşkil ettiği hatıralarını anlatıyor. Bir hüküm vermek gerekirse, eser, tarih ve edebiyat meraklılarına kendisini ilgiyle okutturuyor. Ben de büyük bir alakayla okudum ve bazı bölümlerin altını çizdim. 1955’te İzmir’de neşredilen bu kitabın “Meşrutiyet’te” başlıklı kısmında ve altı çizili satırlarda Ali Emiri Efendi’den söz ediliyor. Bezmi Nusret Kaygusuz biraz da soyadının ilhamıyla olsa gerek, Ali Emiri Efendi’den kaygusuz bir üslupla şöyle bahsediyor:
“Hâlî (boş) zamanlarda Divan Yolu’nda Abdullah Çavuş’un Diyarıbekir Kıraathanesi’ne çıkardım. Buranın başlıca müdavimi Diyarıbekirli Ali Emiri Efendi idi. Bu zatla çok görüşür, kendisinden istifade ederdim.
Ali Emiri Efendi (1857-1924) kitabiyat ve antoloji bahislerinde geniş malumat sahibiydi. Herhangi bir şair veya edibin bütün sülalesini ezberden bilirdi. Mesela Telemak mütercimi Yusuf Kâmil Paşa’nın ismi zikredilse derhal bunun Arapkir’de ne vakit doğduğunu, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya nasıl damat olduğunu, sadarete nasıl geçtiğini ve ne yaptığını, zevcesi Zeynep Kâmil Hanım’ın hususiyetlerini, Süleyman Nazif’ten bahis açılsa, büyük babası İbrahim Cehdi’nin, pederi Diyarıbekirli Said Paşa’nın bütün menakıbını anlatırdı.
Gözleri az gördüğü için hep pertavsızla okurdu. Bütün mesaisini antoloji ve bibliyografi üzerinde teksif edecek yerde hep yanlış istikametlere doğru giderdi. Bazı padişahların yazdıkları şiirleri tahmis veya tesdis etmeye uğraşır ve bu boş şeylerle övünürdü. O cümleden noktasız, bir sürü nazımlar yazmış ve onları divan şekline koymuştu. Çok şükür ki bastıramadı.
Meşrutiyetin ilanı üzerine, Âmid isminde bir derginin neşrine teşebbüs etmiş ise de ancak beş altı nüsha kadar çıkarabilmiştir. Diyarbakır’da hüküm süren ‘Müluk-ü Artukiye’ hakkında matbu bir eseri vardır. Keza ‘Tezkire-i Şuara-yı Âmid’ namında bir eser de bastırmıştır. Kitabın münderecatı tetkike ve ciddi araştırmalara müsteniddir. Fakat mübarek adam, bunda da bahsettiği şairlerin bazı gazellerini tanzirden vazgeçmemiştir.
Bir sene kadar Tarih Encümeni âzâlığında bulundu. Asıl bu gibi işlerde çalışması gerekirken daima kaçınırdı. Belki de beklediği kadar takdir görmediği için küskündü. En büyük hizmeti memlekete hediye eylediği emsalsiz ‘Millet Kütüphanesi’dir. Bu kütüphane için kendisi şöyle demiştir: ‘Kimseden yardım görmeksizin sırf kanaat ve tasarrufumla on üç bin kitap tedarik ettim. Bunların içinde el yazısıyla yazılmış öyle nadir ve kıymettar, öyle müzeyyen ve musavver Şark kitapları vardır ki, henüz medeniyet âleminin gözleri görmemiştir. Böyle değildir, diyen bulunursa buyursun, kütüphanem meydandadır’
Onun fazl ve kemalinden istifade etmek üzere yanına gelenler çok olurdu. Faik Reşad, Amasya Tarihi’nin müellifi Hüsameddin Efendi, İbnülemin Mahmud Kemal da bu meyanda idi. Ziyaretçilerden de çok faidem olurdu. Baha Tevfik de ara sıra yanımıza gelirdi. Fakat Ali Emiri Efendi çok muhafazakâr, Baha ise fazla radikal oldukları için bir türlü imtizaç edemezlerdi. Ben onun nabzına ve huyuna göre hareket ederdim. Ve daima takdir ve iltifatına nail olurdum.”
Ne dersiniz, sondan mı başlayalım? Ali Emiri Efendi iyi ki muhafazakâr biriymiş. Öyle olmasaydı, nadir ve kıymettar, müzeyyen ve musavver Şark yazmalarını bin bir zahmetle toplayıp muhafaza edemezdi. Merhum mührünü ‘Millet Kütüphanesi Nazırı’ diye kazdırmıştı. Bana göre, “Millet Kütüphanesi Muhafızı” deseydi belki daha isabetli olurdu. Taassupsuz muhafazakârlık muhakkak ki takdire şâyândır. Böyle bir zatın da, Baha Tevfik gibi tevfik-i ilahiye mesafeli bir adamla kaynaşamaması yadırganacak bir durum değildir.
Asıl söylemek istediğime gelince, Bezmi Nusret Kaygusuz, kendine göre kısa bir Ali Emiri Efendi portresi çizmiştir ve bunda yadırganacak bir şey yoktur. Asıl garibime giden husus, Bezmi Nusret Bey’in Ali Emiri Efendi’nin divanından bahsederken, çok şükür ki, bastıramadı, cümlesini kullanmış olmasıdır. Belirtmeye bile gerek yoktur ki, bir müellifin eserinin, bir şairin divanının basılamamasından sevinç duymak ve bu sevinci dile getirmek insanın merak duygusunu fena halde tahrik eder. Şimdi ben de mukabeleten bu şiir külliyatı şükürler olsun ki, basıldı diyorum ve Ali Emiri Divanı’nı kısaca tanıtmak istiyorum.
Ali Emiri Divanı 2020 yılında “Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı” tarafından 1328 sayfalık hacimli bir eser olarak neşredildi. Sadık Yazar ve Mustafa Uğurlu Arslan beylerin hazırladığı divanın editörü ise Günay Kut Hanım olarak görülüyor. Eserin baş tarafında Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın takdim yazısıyla hazırlayanların önsözünden sonra “Ali Emiri Efendi’nin Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri” başlıklı inceleme yer alıyor. Sahasının uzmanı olarak tanınan ve bilinen Prof. Dr. Günay Kut Hanım’ın bu incelemesi, bize Ali Emiri’nin hayatı, şahsiyeti ve eserleri hakkında sağlıklı ve doyurucu bilgiler veriyor. Divanın asıl metni 197. sayfadan itibaren başlıyor.
Klasik divan geleneğine uyularak Ali Emiri Efendi divanında da -tabii ki- önce Münacat’a, sonra Na’tlara yer veriliyor. Bu divanın öteki divanlardan farklı bir yönü şu ki, eserde diğer İslâm büyükleri hakkında da mebzul miktarda şiir var. Sırasıyla Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Mevlânâ hakkında söylenen şiirler de bahsi geçen divanın ayrı bir özelliği olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca son devir Osmanlı padişahları olan Abdülaziz, Abdülhamid, Sultan Reşad ve Sultan Vahdeddin hakkında kaleme alınmış şiirler de yine bu divanda okuyucuyla buluşuyor. Sultan Abdülhamid’in tahtından indirilişiyle ve son yoluculuğuyla ilgili iki şiir ayrıca dikkati çekiyor. Okuyucularımızın da merak edeceğini düşünerek bu iki şiiri aşağıya kaydedelim:
Padişahın hal’ edilmesini konu alan Tarih şöyle:
Şeh-î Cem mertebe Sultan Hâmid’in hayfâ
Ba’dezin saltanatı mülk-i ferağa düşdü
Bir takım lütfuna küfrân eden erbâb-ı fesâd
Koşdular her birisi sol ile sağa düşdü
O hümâ himmeti hal’ eylediler hâinler
Bülbülân susdu bugün zemzeme zağa düşdü
Eyledi gonca-i maksûdunu millet zâyi
Bağbân girdi hazân sûreti bağa düşdü
Geliniz ağlayalım memleket elden gidiyor
Oldu târih-i müessif, “söz ayağa düşdü”
(1327)
Padişahın rıhletine (göçüşüne) söylenen Tarih de ikinci hüzün verici şiir olarak karşımıza çıkıyor:
Şeh-i âl-i güher Abdülhamid Hân-ı melek-haslet
Cihâna bin iki yüz doksan üçde padişah oldu
Otuz dört yıl semâ-yı adli etdi gün gibi tenvir
Küsûfa uğradı âhir cihân zulmet-penâh oldu
Teessüfle görürdü milletin hâl-i hatarnâkin
Dokuz yıl da serir-i inzivâ üstünde şâh oldu
Peşiman oldu millet lâkin ol Hakân vefat etdi
Münevver na’şına toplandı herkes özr-hâh oldu
Kirâmen kâtibine eyledim târihin istifsâr
Dedi “Abdülhamid Hân vâsıl-ı kurb-i İlah oldu
(1336)
Ali Emiri Efendi’nin biyografisinden söz eden hemen her yazıda onun samimi bir dindar olduğu, Osmanlı hanedanına büyük bir muhabbet beslediği dile getirilir. Divanında yer alan şiirlerin birçoğu da bunun böyle olduğunu zaten açıkça göstermektedir.
Ben bu yazımda divanın sadece bu yönünü açığa çıkarmaya çalıştım. Halbuki adı geçen şiir bahçesinde rengârenk daha birçok çiçekler, güller bulunmaktadır. Ama unutulmasın ki çiçeklerin, güllerin az çok dikenleri de olur. Ve gülü seven dikenine katlanır. Yazımızın başında Bezmi Nusret Kaygusuz’un, Ali Emiri Divanı’nın basılmayışını şükürle karşıladığını belirtmiştik. Yukarıdaki sınırlı açıklamayı okuduktan sonra nasıl bir hüküm verilmesi gerektiğini siz değerli okuyucularıma bırakıyorum.
Muhtaç isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök önünde şimdi Emiri Efendi’nin
Yahya Kemal