Biraz gerilere, 1980’lere gitmek gerekiyor. Zihnimde, iç dinamiklerin rolünü teslim etmekle berâber İran Devrimi’nin son derecede güdümlü bir hareket olduğu artık pekişiyor. Diyalektik olarak düşünülmesi; veri bir tarafın kendisini güçlendirmesi için bir
düşmana ihtiyâcı olduğunu
unutmamak gerekiyor. Mesele tek başına İsrâil değil.
Esas özne, İsrâil’in arkasında duran Angloamerikan mahreçli dünyâ hegemonyası
… Bu hegemonya “düşman” rolünü vererek İran’ın önünü açtı. İran-Irak savaşının iki hedefi vardı. İlki, İran rejimini içeride kuvvetlendirmek; ikincisi ise BAAS geleneğinin en kuvvetli olduğu yerlerden birisi olan Irak’ı zayıflatmak. Gâlibi olmayan bu mânâsız savaş 1990’lara doğru sönümlendi. Savaşın akabinde, Irak hedefe konuldu. Körfez savaşı hayâta geçirildi. Neticede Saddam devrildi. Irak parça parça edildi. Tuhaf olan, daha Reagan devrinde Şer Ekseni’ne dâhil edilerek düşmanlaştırılan İran’ın mükâfatlandırılırcasına, ekseriyeti meydana getiren Şii nüfus tabanı üzerinden Irak’ta artan ve yayılan nüfûzu oldu. Batı, bunu durmak için hemen hemen hiçbir şey yapmadı.