34,5954
36,5441
2.937,96
Dün İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen “Erkek Şiddeti: Toplumsal Bağlam Duygu ve Politika” isimli panel saat 15.30’da başladı. Panelin açılış konuşmasını kadın ve cinsiyet çalışmaları ile tanınan Siyaset Bilimci ve Yazar Prof. Dr. Alev Özkazanç yaptı. Panel İstanbul Bilgi Üniversitesi Dr. Öğr. Üyesi İlknur Hacısoftaoğlu, Dr. Öğr. Üyesi ve Cinsel Tacizi ve Saldırıyı Önleme Birimi Koordinatörü Seda Kalem ve Boğaziçi Üniversitesi Ar. Gör. Nil Zor’un konuşmalarıyla, İstanbul bilgi Üniversitesi Öğr. Üyesi Yağmur Nurhat’ın yürütücülüğünde sürdü.
ŞİDDET OLAYLARI ARTIYOR!
Türkiye’de yalnızca son birkaç ayda Diyarbakır’da Narin Güran’ın öldürülmesi, İstanbul Fatih ve Eyüpsultan’da Semih Çelik isimli katilin yarım saat arayla Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner’i öldürmesi, ardından farklı bölgelerden hayvan katliamı görüntülerinin sosyal medyada yayılması ve son olarak da Yenidoğan Çetesi’nin para için bebekleri öldürmesi gibi vahşi olaylar yaşandı.
2010’lardan beri Türkiye’deki kadın cinayetlerinde tipik failin “eski koca, koca ya da eski sevgili” profili olduğunu söyleyen Prof. Dr. Alev Özkazanç, son birkaç yılda yaşanan cinayetlerde dikkat çeken durumun ise cinayetlerin vahşileşmesi, faillerin ustalaşması olduğunu belirtiyor. Faillerin ustalaşması iddiasını ise şüpheli kadın ölümlerinin artışına ve yasalardan kaçışların öğrenilmesine bağlıyor.
ERKEK ŞİDDETİ SADECE KADINA YÖNELMİYOR!
“Kadınlara yönelik giderek güçlenen bir hınç var” diyen Prof. Dr. Alev Özkazanç şöyle devam etti:
“Erkekler fail olarak yalnızca kadınlara şiddet uygulamıyorlar. Erkekler LGBTİ bireylere, çocuklara, hayvanlara ve kendi aralarında birbirlerine de şiddet uyguluyor. AKP gibi yönetimlerde duygu siyaseti öne çıkıyor. Olumsuz ve kötü duygular çok güçlü kullanılıyor.
Kadına yönelik erkek şiddeti İstanbul Sözleşmesi’nin girişinde de belirtildiği gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu. Kadına yönelik erkek şiddetinin geri planda işleyen, doğrudan şiddet gibi görünmeyen, patriyarkanın diğer baskı biçimleriyle birlikte ele almalıyız. Yani kadınların eğitimde, istihdamdaki durumlarını, cinsiyetçi iş bölümünün baskılarını, kadınların bedenleri ve cinsellikleri üzerindeki her tür düzenlemeyi birlikte ele almak gerekir”
CİNSİYET EŞİTLİĞİNE KARŞI HAREKETLER YÜKSELİYOR!
Özkazanç, son 50 yılda kadın hareketinin küreselleşmesi ile uluslararası ölçekte yasal düzenlemeler ve sözleşmeler yapıldığını, kadın hareketinin kazanımlarının doruk noktasına çıktığı anın ise İstanbul Sözleşmesi olduğunu belirtti.
2010’lu yıllardan itibaren toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı olan siyasi hareketler ortaya çıktığını vurgulayan Özkazanç, dünyadaki bu eğilimin Türkiye’ye de yansıdığını aktardı. Özkazanç’ın aktardığına göre, antifeminist ve özellikle LGBTİ karşıtı olan bu gruplar toplumsal cinsiyet eşitliğinin, milli ülkelere, batılı güçler tarafından dayatılan bir ideoloji olduğunu, emperyalist bir proje olduğunu savunuyor.
Özkazanç bu durumu şöyle açıklıyor:
“Bu yapılar LGBTİ propagandası yapılarak batı dışındaki ülkelerin dinlerini, aile yapılarını çökertmenin hedeflendiğini düşünüyor. Bu gibi hareketler kendi başına değil, otoriter ve neofaşizan rejimlerde güçleniyor ve diğer söylemsel ögelerle etkileşime giriyor. Dincilikle, ırkçılıkla, aşı karşıtlığıyla ya da komploculukla kesişiyorlar. Erkekler giderek otoriter liderlerle özdeşleşme yoluyla da bir tür güçlenme hissi arayışında. Recep Tayyip Erdoğan da bu liderlerden biri.”
“TAM BİR KRİZ ORTAMI!”
Bunun yanında 1980’lerden itibaren küresel düzeyde “sağa yatma” eğiliminin arttığını belirten Özkazanç, “Bence günümüzde hem dünyada hem de Türkiye’de kadına yönelik şiddetin oluştuğu ortam bir kriz ortamı. Ataerkil dengelerin sarsılmasıyla ilgili bir kriz.
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına yönelik girişimler sebebiyle oluşan bu krizde ‘Eril restorasyon’ dediğimiz, cinsiyet rollerini yeniden kurma çabası gelişiyor. Erkek egemenliğini sürdürebilmek için hem ideolojik hem fiziksel, daha fazla zor ve şiddet ortamı yaratıyor. Erkeklik daima bir performans kaygısı sebebiyle özsel olarak kırılgan ve tehdit altında kurulan bir şeydir ve şiddete yatkındır” dedi.
KADINA YÖNELİK “ŞERİAT” TEHDİDİ!
Yüksek Lisans Tezi için “Incel” kültürünü araştıran akademisyen Nil Zor’a göre ise henüz Türkiye’de bir incel cinayeti vakasının yaşanmadı. Kendini incel olarak tanımlayan kişilerin Ümitcan Uygun ve Semih Çelik isimli katilleri kahramanlaştırdığını ifade eden Zor, yine de bu iki ismin incel olmadığını söyledi.
Zor, “Türkiye’de incelliğin bir Discord kanalı ile başladığını daha sonra bir incel forumu ile sürdüğünü biliyoruz. İncellerin bir kısmı kapalı platformlara yöneliyor bir kısmı ise X gibi sosyal medya hesaplarında görünür durumda. Elon Musk’ın platformu satın almasıyla alternatif sağ oluşumlar platformu daha fazla kullanıyor. Bu dil Türkiye’de de çok değişti.
Amerika’da incellerin hayal ettikleri düzen eski güçlü hristiyan toplumları gibi kadının daha çok tahakküm altında olduğu zamanlar. Türkiye’de de İslam üzerinden kurulan kadına yönelik tehditler var. Örneğin bu kişiler ‘şeriat gelsin kadınlar bunları yapamasın, 4-5 kadınla evlenelim’ gibi isteklerde bulunuyorlar” diye konuştu.
HEGEMONİK ERKEKLİKTE MAKUL DUYGU: ÖFKE
Uzun yıllardır erkeklik inşasının şiddeti nasıl doğurduğuna ilişkin çalışan İlknur Hacısoftaoğlu ise konuşmasında şunları kaydetti:
“Toplumsal söylemde duygularını kontrol eden ve aklı ön planda tutan bir erkek figürü var. Hegemonik erkeklik hangi duyguların makbul olduğu üzerinde duruyor. Bu makbul duygulardan biri elbette öfke. Erkekliğe dair bu duygu rejimi kurulurken kendini sakatlayacak biçimde duyguları sürekli bastırma hali var. Bu da şiddeti kendilerine karşı bile doğuran bir faktör.”
Seda Kalem ise üniversitelerde kurulan “Cinsel Tacizi ve Saldırıyı Önleme Birimlerinin” öneminden söz etti.
Kalem, Üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin zihniyet değişiminin topluma yansıyacağını ancak fail profillerinin üniversite eğitimine erişememiş bireyler olduğunu belirtti. Bu sebeple toplumsal cinsiyete ilişkin eğitimlerin lise ve ortaokul düzeyine kadar inmesi gerektiğini söyleyen Kalem, üniversitelerde rektör baskılarına rağmen feminist akademisyenlerin mücadele ederek cinsel şiddet ve tacizi önleme birimlerinde gönüllü emek verdiğini vurguladı.