34,5738
36,2295
2.987,72
Amerika 21. yüzyılın süper gücü yani hegemonu olarak kalmayı başaracak mı? Ya da hegemonsuz çok kutuplu dünyanın bir parçası mı olacak?
30 yıl önce dünyanın en büyük 500 şirketi arasında 200’ün üzerinde Amerikan şirketi vardı. Neredeyse hiç Çin şirketi yokken bugün 500 şirketin neredeyse 200’ü Çin’e ait. 1990 yılında dünyanın en büyük 5 şirketinin hepsi Amerikan iken bugün ilk beş şirketten üçü Çinli.
Trump, Amerikan ekonomisinin sırtındaki kamburları atma sözü veriyor. 2018’de Çin mallarına yüksek oranda ithal vergisi koyarak Çin mallarının Amerika’ya girişini sınırlandırdı. Önceki başkanlığı döneminde Zelenski’yi dünyanın en büyük pazarlamacısı ilân etmiş, ABD’ye her gelişinde 60 milyar dolar alıp gittiğini söylemişti. Trump’a göre Amerikan ekonomisi üzerindeki kamburlardan biri de Ukrayna savaşı.
Trump, ABD’nin dışarıdaki varlığına sınır getirip içerideki halkın durumunu güçlendirme sözüyle 47. ABD Başkanı oldu. Bu seçim aynı zamanda ABD için dünya hegemonu olarak kalıp kalmaması noktasında bir yol ayrımı işlevi olacak.
Hegemonya kelimesi modern çağda Gramsci ile beraber anahtar bir kavram haline geldi. Gramsci, hegemonu “yeni düzenin işleyiş kurallarını vaz’ eden ve onlara uyulmasını sağlayacak derecede güçlü olduğunu her an hissettiren” olarak tanımlıyor.
Hegemonya oluşumunda nihai amaç iktisadi üstünlük sağlamaktır. Ancak bunun sürdürülebilir olması için düşünce ve sanatla bütünleştirici fikrî iktidar da gerekiyor. Böyle bir tabloda Amerika’nın iktisadi ve bunu sürdürülebilir kılacak olan fikrî hâkimiyetini kaybetmesi ya da kaybetmeye başlamasının da Amerikan seçimlerinde etkili olduğunu düşünüyorum. Amerika’nın fikir olarak liderliği tartışmaya açıldı.
Bir diğer soru da Amerikan’ın kimlik siyaseti ile ilgili. Amerika’nın 26 eyaletinde oy çokluğu ile Trump’ın seçilmesi bir kimlik tercihinin de imzası olabilir mi?
Medeniyetler Çatışması teziyle bildiğimiz Samuel Huntington’ın öğrencisiydi. Huntington “Who Are We?” (Biz Kimiz?) kitabında Amerika’nın çok kültürlü, her taraftan göç alan yapısına itiraz ediyor ve Amerika’nın beyaz ve Protestan kimliğinin korunması gerektiğini iddia ediyordu. 2004’te dile getirilen bu tez dünyanın yavaş yavaş kimlik siyasetine doğru kaydığının işaret fişeği oldu.
Trump politikasının iki temel düşmanı vardı; Hispanikler ve Müslümanlar. Alt sağ hareketi mülteciler tecavüzcü olarak anılmaya başlamıştı. (Tecavüz anlamına gelen “rape” kelimesi, mülteci anlamına gelen refugee” kelimesiyle birleştirilerek “rapefugee” şeklinde bir kelime oyunu yapılıyor.) Yaratılan düşman imajında ise ideolojik karşıtlıkları kullandı. Burada terbiyesiz ve alaycı ifadelerle belli ideolojilerin isimlerini birleştirerek kullanmaktan kaçınmadı.
Trump, “nativist” (yerlici) ve “birther” (doğumcu)… Yani, “doğma büyüme Amerikalı”ların hak ve çıkarlarını koruma peşinde olduğunu söylüyor. Tam da bu noktada popülist politikalarla siyaset üretti, alt sağ akımlardan ilham aldı, “Beyaz Hristiyan” kimliği savundu. Dışarıdan gelen medeniyetleri düşman ve öteki ilan etti.
Trump’a oy verenler aynı zamanda Amerika’yı yönetecek olanlarda beyaz Hristiyan kimlik tercihini de ortaya koydu.
Üçüncü düşman, içteki düşman demokratlardı. Trump, tarihi komünist korkuları anımsatan anti-komünizmin geleneksel yönlerini de söylemlerine kattı. Diğer taraftan da Rusya ile arasının iyi olduğu biliniyor. Bu seçimlerde “düşmanlaştırma” söylemlerinin dozajını azaltsa da geri dönüş yapmadı.
Fakat bu seçimde, Amerikan seçmeninde herkesi şaşırtan bazı oy tercihleri oldu. Müslüman Arapların yoğunlukla yaşadığı Mischigan’ın Dearbon kentinde %48 oy aldı. Müslüman ve Arap Amerikan vatandaşlarından oy almasında küçük kızı Tiffany’nin kayınpederi olan Lübnanlı iş adamı Massad Boulus’un da etkisi olduğu, Biden yönetiminin Ortadoğu politikasından memnun olmayan Müslümanları Boulus’un buraya yönelttiği söyleniyor.
Trump, İsrail aleyhine hiç konuşmadı, Gazze’yi hiç savunmadı ancak Gazze’deki savaş yönetimi için Netanyahu’yu eleştirmiş, savaşı bitirmek için İsrail’e askeri desteği bitireceğini ta mayıs ayında söylemişti. Netanyahu’yu sevmediği biliniyor ancak damatlarından birisi Yahudi ve Amerika ziyaretinde Netanyahu’nun, damadın evinde kaldığı söyleniyor.
Trump, Yahudilern Ağlama Duvarı olarak isimlendirdiği Burak Duvarı önünde görev başında kipasıyla dua eden ilk ABD Başkanı oldu. Oysa Trump, Fordham çıkışlı bir Cizvit. Ancak bu seçimlerde Hristiyan Protestanlardan Evangelistler ve Neoconlardan büyük destek aldı. Ve kabinesini de bu ekipten oluşturacağa benziyor.
Tüm bu sebeplerin bileşkesinde ortaya çıkan Amerika’nın 45 ve 47. Başkanı Trump arasındaki farklar Amerika’nın da dünyanın da geleceğini etkileyecek.
2016’da Trump’ın ilk kazandığı seçimde Alev Alatlı ile bir röportaj yapmıştım. Trump’ın kazanmasına değil ama Hillary’nin kaybetmesine sevindim demişti. Bugün için de benzer sözleri Kamala Harris için söylerdi diye düşünüyorum.