34,5057
36,1454
2.978,64
Bazen insan kendini kendinden kurtaracak bir şeyler ararken bir filme rastlar. Seyreder; seyrederken dağınık duran, dağınık durduğu için zihni ve kalbi yoran karmaşadan yavaş yavaş azat olduğunu hisseder.
Her gün film izleyenlerden değilim. En sık rutinim haftada birdir. Ki çok güzel bir film izlemişsem haftalarca film izlemem.
Dizi filmleri filmden saymıyorum. Onlar benim için daha ziyade… Neyse o cümleyi tamamlayıp bu yazının tadını kaçırmayayım.
Şiire dair şiir gibi bir film izledim: Paterson.
ABD’nin Paterson şehrinde, 23 Paterson hattında sürücülük yapan ve soyadı da Paterson olan genç bir adam ile hayat arkadaşı Laura’nın bir haftasını anlatıyor film. Her gün aynı sıradanlıkta ve aynı durağanlıkta. Durağanlık deyince can sıkıcı bir hâl gelmesin aklınıza.
Film, her gün aynı yollarda direksiyon sallayan şoförün rutinin içinden şiirine damıttığı telaşsız bir anı temrin ettiriyor izleyicisine. Can sıkıcı değil, tam aksine hayatının anlamını şiirde bulmuş olan şoförün, şiirine kelime kelime mısra örüşüne tanık olduğumuz, şairin zamanının akışına eşlik ettiğimiz bir yekparelik söz konusu.
Film boyunca şiir yazmaya ceht etmiş otobüs şoförü ile eşinin bir haftasını gün gün izliyoruz. Pazartesi günü, sabah karısının “Bu gece rüyamda ikiz gördüm.” diye rüyasını anlatışı ile başlıyor. Rüyanın etkisiyle mi bilinmez, Paterson her gün her yaştan ikizler görüyor bir hafta boyunca.
Şoför gündelik hayatın durağan ritminden şiir inşa ediyor dedim ya…
Bu anlamda Güney Kore filmi Poetry ile aynı iklimin ürünü. Ne ki Güney Kore filminde yaşlı kadının hayatın içinde mısra örüşünün şiirselliği ile torunun sergilediği şiddet seyircide zaman zaman katlanılması zor bir gerilim inşa ediyordu. Paterson’da ise gerilim bile kendi durağanlığı ve kabulü içinde, başka bir filmde pek rastlanmayacak bir sükût ve sükûn iklimine sahip.
Şiir yazan şoför ile evde siyah beyaz tasarımlar yapan, dikiş diken, kıyafet, perde boyayan, görsel tasarım konusundaki iddiasını yaşadığı mekana dahil eden, kermes için bile siyah beyaz desenli top kekler yapıp satan karısı Laura’nın hayatı, üzerinde uzun uzun konuşulacak -spoiler vermemek için filmin en can alıcı kısımlarını yazamıyorum- bir zenginliğe ve dinginliğe sahip.
Mesela şöyle bir sohbet konusu ilginç olurdu: Cep telefonu taşımayan, internet aleminde neler olduğuna dair hiçbir bilgisi olmayan ve buna ihtiyaç hissetmeyen şair otobüs şoförü ve bir hafta boyunca neredeyse evden hiç çıkmayan ama internetten alış-veriş yapan, her gün yeni bir siyah-beyaz obje tasarımı ile eşini bekleyen ve direksiyon sallamış adama köpeği dışarda gezdirme işini “kilitleyen” kadının eş olarak birbirlerine uygunluğu üzerine konuşmak…
II-
Paterson filmini izledikten sonra, bir İsmet Özel şiiri dinleyerek kapatmak istedim zihnimdeki açık dosyaları. İsmet Özel şiirini, İsmet Özel’in sesinden dinleyerek şiir ülkesinde geçirilecek birkaç dakika ile şiir cumhuriyetinin o yalnız vatandaşlarıyla bir müddet birlikte yürümek istedim.
İnsan birlikte yürümek ister. Bedenen ve ruhen. Bütün o meclisler bir duygudan nasiplenmek, bir duygu eşliğinde yol almak içindir. İnsan, yalnızlığı Cennet’ten yeryüzüne düşerken atası Adem’in hüznünde tatmış, sonra aynı onun gibi birlikte düştüğü, birlikte yükseleceği dostu aramıştır.
Her şey çifttir. Oluklar çifttir, kanatlar çift, ayaklar çifttir, eller çift. Gözler çifttir, işitecek kulaklar çift. Kokuyu duyacak burnun delikleri çifttir. Gönül tektir lakin.
Beş duyunun neferleri ve uzuvları iki olacak iken tek oldu mu tek el, tek ayak, tek göz ya da o tekten de yoksunluk… Gönül işte bütün yokların yerini tutmak için bekler. Dışardaki yokluğu içerde sağaltmak için bekler gönül. Dış dünyanın verileri azaldıkça iç alemin sınırlarını genişletmek için bekler gönül.
Fakat bazen gönül dahi kendi sesini duyamaz olur. İçinde birikeni yoluna koyamayınca kendinden kendine varan yolu kesmiş olur. Yolu düzenleyecek olan nedir? Hangi ağacı, ne zaman keseceğimizi bize söyleyecek olan kimdir?
İsmet Özel’in Yusuf Masalı, “Münacaat” ile başlar. İlk okuyuşta sırrını sızdırmaz şiir. Hatta şairin sesine yabancı olanlara ve dahi sızının diline yaban olanlara “Bu şiir mi!” bile dedirtir. Ama inatla okumanız gerekir. Sonra, şairin sesinden dinleyip üzerinden bir vakit geçtikten sonra kendi sesinizi, kendi sızınıza yoldaş ederek bağıra bağıra okumanız gerekir. Şifa niyetine, yakarış niyetine, sesi sese, sözü söze yoldaş edip içinizi bir hâle yola koymak için…
(Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?)
Kimisi zaruret miktarı bedenini doyurur kimisi zaruret miktarı dahi ruhunu doyur(A)maz. Bir ruhu var mıdır, onu dahi fark etmez. “Psikolojim bozuldu!” diye gezdirir bedenini oradan oraya.
Bozulan psikoloji, makinelerin dünyasına aittir. Bozuldu ise tamir görebilir, tamir göremiyorsa yenisi ile değiştirilir. O vakit “performans öznesi”, bedenini parantez içine alıp sosyal medya duraklarında kendisi için inşa ettiği yeni bir ben ile dolaşmaya başlar.
Ama ruhu ile yaşayanlar, nerede olurlarsa olsunlar daima kendilerine yoldaş ararlar. Bir sosyal medya kanalında bile. İsmet Özel’in kendi sesinden dinlenen “Münacaat”ın altına yazılan yorumlar, Şiir Cumhuriyeti diye bir yer olduğunu ve Şiir Cumhuriyeti’nin vatandaşlarının yalnızlığını çok iyi ifade ediyor. Sizin için birkaç yorum seçtim:
“Buraya yorum yazan insanları toplum içinde nasıl bulabilirim? Nerede bu naif insanlar? Nerede bu güzel duyguları halâ böylesine çirkin bir dünyada taşıyabilenler? Eminim her biriniz benim gibi naif görünmekten çekinen, belki de hiç tahmin edilmeyen kişilersiniz, bu yüzden bulamıyoruz birbirimizi, ama sizi buralarda görmek de güzel, seviyorum hepinizi ve iyi ki varsınız…”
“Bu şiiri çok seven kişiler için mahalle inşa edeceğim. Sadece bu şiire dair kendini kanıtlayanların mahallesi olacak. Tamamen dünyadan uzak. Ama dünyanın merkezinde.”
“Çok geç dinledim hem de çok geç. Hayatımda çok fazla şiir okudum dinledim ama İsmet Özel ‘i hiç merak edip ne kitabını aldım nede başka bir şey. Şiir dinlerken bir anda kendi kendine çalmaya başladı ve dinleyiverdim. İkinciye bir daha açıp dinledim ve gecenin 2’sinde yere çöküp ağlamaya başladım ve bu zamana kadar bu hiç başıma gelmemişti ne zaman açıp dinlesem sigara ayrı ben ayrı yanıyorum. Ve gerçekten gencim, almıyor canımı.”
Şimdi bütün bu yorumlardan çok güzel film olmaz mı?
Film olur mu olmaz mı bilmiyorum ama ben Paterson filmini, yazmakta olduğum öyküye dahil ettim. Herkes Kendi Sandığında Saklı’nın ikinci öyküsüne.
Bendeniz bu yazıyı aylar önce yazmıştım. Yayınlamak için uygun bir zaman bulamadım. Vav Tv’de Millet Kıraathanesi’nde değerli şair Mustafa Akar Bey’in konuğu olduğumda bir vesile ile Paterson filminden bahsettim. Okumuş olduğunuz yazıyı yazdığımı ama yayınlamadığımı söyledim. Programı izleyen değerli okuyucularım “O yazı nasıldı, filmin adı neydi” diye sordu merakla. “Vardır bir zamanı, gelince yayınlarım” dedim.
Zamanı gelmiş. Herkes Kendi Sandığında Saklı kitabındaki “Zamanın Bir Yerinde Benimle Evlenir misin?” öyküsünü okuduktan sonra Vav Tv’deki söyleşiye atıfta bulunarak “Artık o yazıyı yayınlasanız” diyen okuyucularımı bu defa cevapsız bırakmak istemedim.
Hâl ve vaziyet böyle. Bu yazı da bir yazının yazılma hikâyesi olarak geçsin kayıtlara.