Şâm-ı Şerif’e şeref verenler
Büyüklerimiz ‘Şerefü’l mekân bi’l mekîn’ sözüyle, mekânın şerefini orada mekin olan -oturan, yerleşen- kişilere nisbet etmişler; mekinle aynı kökten türetilen mekînet kelimesiyle de o şeref sahiplerini oturaklılık, ağırbaşlılık, vakar ve temkin vasıflarının içine çekmişlerdir. Şu üç şehri ise ve mescidi ise Allah’ın nişanlarından (şeaairillah) olması nedeniyle mezkûr sözün dışında tutmuşlardır: Mekke/ Beytulllah , Medine/ Mescid-i Nebevî /Kudüs/ Sahretulla . Bu şehirlerde ikamet edenler ya da ziyaret
Büyüklerimiz ‘Şerefü’l mekân bi’l mekîn’ sözüyle, mekânın şerefini orada mekin olan -oturan, yerleşen- kişilere nisbet etmişler; mekinle aynı kökten türetilen mekînet kelimesiyle de o şeref sahiplerini oturaklılık, ağırbaşlılık, vakar ve temkin vasıflarının içine çekmişlerdir.
Bu şehirlerde ikamet edenler ya da ziyaret maksadıyla buralarda bulunanlar, zikrettiğimiz ilahî-nebevi bağları nedeniyle onlarda zaten var olan şereften, insandan evvel meleklerin kesintisiz tavaflarını, zikirlerini, ibadetlerini taklit ederek pay alırlar.
Nitekim Semîn el-Halebî’nin kaydına göre de “Sözlük bakımından el-mekân ifadesi, ‘nesneyi içeren (yer)’dir. Bazı kelamcılara göre ‘mekân’ bir araz olup içeren ve içerilen olan iki türün bir araya gelmesidir ki, aynı zamanda içeren cismin yüzeyi içerilen cismi kuşatır. Zira kelamcılara göre mekân, iki cisim arasındaki ilgidir.” Dolayısıyla mezkûr üç mescit iki cismin ilişkisinden önce mana/maneviyat bakımından insanlara muhtaç değildir, bilakis insanlar daha fazla sevaba erişebilmek için onlara muhtaçtır.
İlettiğimiz bu bilgilerle büyüklerimizin “Şerefü’l mekân bi’l mekîn” sözüyle neyi kastettikleri açıklığa kavuşmuş olmalıdır. Zira havzaları/beldeleri/şehirleri şerefli kılan insan cisminin ancak yer olmaları bakımından onların cismiyle kurduğu ilişkiye tabidir ki, böylece insan ve ilişki kelimeleri şehir kelimesinin önüne geçer.
Şehirlerin tahrip olma özelliği ve bu tahribin ancak insan tarafından hikâye edilebilmesi ise söz konusu öne geçmenin ilk nedenidir. Çünkü hafızayı, hatırayı sadece insanlar taşır. Böylece var iken yok olanın bilgisi ancak insan sayesinde varlığa salt suret olarak tekrar girer ve bu kabiliyetlerine göre insanlar, ilgili hatırayı ve hafızayı nakletme düzeyleri itibariyle şehre şahsiyet/hatıra/hikaye kazandırmaları bakımından ikametleri yoluyla ona şeref bahşederler.
Örneğin varlığı M.Ö. 4000’li yılara kadar geriye götürülen ve müverrihlerce ‘Mütenezzihat-ı arziyyeden’ sayılan Şam şehrinin Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ın oğulları tarafından -Hz. İbrahim’in doğumundan beş yüz yıl önce- kurulduğu; adını ise Süryanice’deki telaffuzundan aldığı rivayet edilmiştir.
Şam, M.Ö. 1500’lü yıllardan itibaren tarihi kayıtlarda yer almaya başlamış; Amarna tabletlerinde adının Akkadca Di-maş-ka olarak geçtiği ve dolayısıyla Semitik olduğu ileri sürülmüştür. Adı ile ilgili dikkate değer bir rivayet de Şam’ın Kabe’nin solunda / şimalinde olması ve Kenânîlerden bir kısmının sola / kuzeye gitmelerindendir.
İslam’dan önce Babilliler, Romalılar, Sasaniler… devrini yaşamış olan Şam, bizim tarihimize Peygamberimiz Aleyhisselam’ın ticari seferleriyle girmiş olup, yolu asıl Hz. Ebû Bekir zamanındaki Ecdadeyn savaşıyla Müslümanlara açılmıştır.
Hz. Ömer devrindeki iki savaştan sonra Hz. Hâlid b. Velîd tarafından fethedilmiş ancak bu fetih Herakleios’un gönderdiği büyük bir Bizans ordusunun Yermük savaşında yenilmesiyle kesinleştirilmiş, Reşit halifelerden sonra Emeviler, Abbasîler, İhşidîler, Hamdanîler, Fatımîler, Selçukîler, Zengîler, Eyyûbîler, Osmanlılar… Şam’a hükmetmişlerdir.
Bize yakın zamanda ise İngilizlerin işgaline uğrayan Şam, 1946 yılında bağımsızlığını kazanan Suriye’nin başkenti olarak, 1963 yılında bir darbeyle işbaşına gelen Baas Partisi’nin (Siyasal Alevilerin) zulmü altındayken, bugünkü kurtuluşunu yaşamıştır.
Devlet yöneticilerimizin ziyaretleri nedeniyle sıcak gündem maddemiz olmasını paranteze alıp, ‘Şam’ dendiğinde zihnimizde oluşan ilk suretin/imgenin ne olduğuna bakacak olursak, hakimiyet devirlerinin ya da hükmeden devletlerin pek hatırlanmadığını ama Şam’ı Şam kılan isimlerin asla unutulmadığını fark ederiz.
Nitekim Şam dendiğinde Hz. Adem, Sam, Peygamber Aleyhisselam, Reşit halifeler; İslam mülkünün ilk sultanları Ebû Süfyân, Muâviye, I. Velid; Emâcûr et-Türkî, Atsız, Selahaddin Eyyûbî, Yavuz Sultan Selim… adlarını takiben nice fakihler, kıraat alimleri, müfessirler, muhaddisler, mütekellimler, mutasavvıflar, sanatçılar, edebiyatçılar ve felsefeciler… hafızamızda yeniden canlanıp, hatıramıza gelirler.
Böylece sıcak gündeme tabi olan zihnimizde Şam’dan hemen önce kurtarılan Nevâ kasabası İmam Nevevî nedeniyle belirginleşirken; Emeviye camiinde Selahaddin Eyyûbî’nin hayali; Hakan Fidan ile Ahmed El Şara’nın Kasiyun Dağı’nda içtikleri çayda o dağın eteklerinde medfun olan İbn Arabî’nin, Tilimsânî’nin… suretleri zuhur eder.
İşte bu sebeple biz de büyüklerimiz gibi ‘Şerefü’l mekân bi’l mekîn’ dedik.