Peyami Safa’dan Milli Eğitim Bakanına mektup

Eski adıyla Maârif Nezâretinin, yeni ismiyle Milli Eğitim Bakanlığının kurulduğu tarihten bugüne kadar nice bakan bu göreve geldi. Bunların bazıları icraatlarıyla milletimizin takdirini kazandı, bir kısmı ise, Türk’ün ruh köküne aykırı icraatta bulundukları, eğitimin öğretimden önce geldiğini kavrayamadıkları için unutulup gittiler. Milletimizin takdirini kazanan, adı bugün bile hayırla anılan milli eğitim bakanlarımızdan biri de merhum Tevfik İleri idi. Bu zat hakikaten ileri görüşlü ve mânevî

Eski adıyla Maârif Nezâretinin, yeni ismiyle Milli Eğitim Bakanlığının kurulduğu tarihten bugüne kadar nice bakan bu göreve geldi. Bunların bazıları icraatlarıyla milletimizin takdirini kazandı, bir kısmı ise, Türk’ün ruh köküne aykırı icraatta bulundukları, eğitimin öğretimden önce geldiğini kavrayamadıkları için unutulup gittiler.

Milletimizin takdirini kazanan, adı bugün bile hayırla anılan milli eğitim bakanlarımızdan biri de merhum Tevfik İleri idi. Bu zat hakikaten ileri görüşlü ve mânevî değerlere önem veren bir icrâcı olduğu için büyük başarılara imza attı. Ama ben bu yazımda ondan değil de, aynı devirde görev yapan diğer bir Milli Eğitim Bakanı’ndan, daha doğrusu Celal Yardımcı’ya Peyami Safa’nın yazdığı son derece önemli bir mektuptan söz edeceğim. Peyami Safa Şubat 1958 tarihli Milliyet gazetesinde “Vahşi ve Korkunç Mânevi Katliâm” başlığıyla yayımladığı bu yazıda, milli eğitimle ilgili müzmin yaramıza bakınız nasıl neşter vuruyor:

“Sayın Maârif Vekilimiz! Otuz, kırk sene evvel Abdülhakhâmid adında büyük bir şairimiz vardı. Kendi neslinin ve daha sonrakilerinin inancına göre ‘dâhî’ idi. Şiirleri, manzum ve mensur piyeslerinin bazı sahneleri hemen herkesin ezberinde idi. Halid Ziya adında büyük bir romancımız var idi. Türk romanını kendinden evvelki sathilik ve ibtidâiliğinden o kurtarmış, yepyeni tahlil ve tasvirleriyle dolu Batı edebiyatının o devirdeki ölçüsüne ve kıvamına uygun, kibar bir his ve hayâl iklimi yaratmış, bütün genç ve seçkin okuyucu kitlelerini sarsmıştı. Birçok şiirleri dilden dile gezen bir İsmail Safâ, ‘Beyaz Gölgeler’inin zarif ve histerik hayâlleriyle şöhret salmış bir Celâl Sahir, ‘Eylül’ romancısı Mehmet Rauf, ‘Salon Köşelerinde’ romancısı Saffeti Ziya, daha bunlardan evvel ve sonra Muallim Nâciler, Recâizâde Ekremler, Ahmet Mithatlar ve Ahmet Râsimler vardı.

Bunların hepsi bir anda yok oldu.

Kitaplarını ararsanız bulamazsınız. Bir tanesinin bile bütün eserlerini tedarik etmek imkânsızdır. Herhangi bir Avrupa şehrinin herhangi bir kitabevinden, beş yüz sene evvelki veya bugünkü herhangi bir muharririn külliyâtını (bütün eserlerini) almak isterseniz önünüze birkaç kıt’ada ucuz veya pahalı, ciltli veya ciltsiz, beş veya kırk ayrı takım çıkarırlar. Bizde beş yüz sene evvelki değil, bugünkü muharrirlerden hemen hiç birinin külliyâtı bulunamaz. Dağınık nüshalar vardır. Tâbileri (basımını yapanları) ayrıdır. Kıt’aları birbirine uymaz. Tükenen kitaplar yeniden basılmamıştır.

Bugünküleri bir yana bırakalım. İsimlerini yazımın başında hatırlattığım büyük yazarlarımızın eserleri de, şöhretleri de yokluğa karışmaktadır. Onları tanıyan yaşlıların hafızasında ve edebiyat kitaplarında her birine ait birkaç parça şiir ve nesirden başka yarına intikal edecek varlıkları kalmamıştır. Bunların dışında, genç okuyucu nesilleri en yakın edebiyat tarihimize mensup en şöhretli isimleri bile tanımazlar.

Hiçbir memleketin edebiyat tarihinde bu kadar vahşi ve korkunç bir mânevî katliâma rastlanamaz. Tarihin büyük çöküntü, parçalanma, yıkılış devirleri müstesna, hiçbir devirde bu kadar yakın ve canlı bir mâzinin dilinden, edebiyatından, sanat eserlerinden ve âbidelerinden bu derece hoyratça, barbarca kopuş görülmüş şey değildir.

Genç nesillerin farkında bile olmadıkları bu eşsiz ve büyük felaketin sebebi, dünkülerle bugünkülerin birbirlerine kaba günlük konuşmaların dışında meram anlatmak imkânını ortadan kaldıracak derecede Türkçeye ve dilimizin en doğru yazı ve ifâde vasıtalarına karşı yapılan sûikasttır.

Sayın Celal Yardımcı! Husûsî konuşmalarınızdan bende kalan intibâ ve hâtıralara göre, bu benzersiz fâcianın idrâkine sen de sahipsin ve sonsuz kederimizi sen de paylaşıyorsun. Fakat gerçek inkılap mefhumuyla zerre kadar alâkası olmadığı halde, inkılap adına tekmelenen ve bugünü düne, yarını da bugüne bağlamak imkânlarını silip süpüren âmilleri defetmek iktidârına sahip misin?

Sahipsen, senin yaşının ve senin neslinin bütün münevverlerini, yani Türk kültürünün en seçkin mensuplarını yanında bulacak, hiçbir Maarif Vekiline nasip olmamış bir imdat ve kurtarma zaferi kazanacaksın. Başvekilimizin de bizden farksız düşündüğüne imân ediyor, tarihi kararını ve hamleni bekliyoruz.

Evet, bugün Süleymaniye ve Beyazıt gibi Milli kütüphanelerimizdeki yazma ve basma eserleri okuyabilenler yalnız Osmanlı Türkçesi’ni ve Arap harflerini bilenlerdir. Bunlar öldüğü zaman daha sonraki nesiller için milli kütüphanelerimizin hiçbir mânâsı ve değeri kalmayacaktır.

Yeryüzünde, milli kütüphanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini bilmeyen, bunları okumaktan ve anlamaktan âciz tek bir millet var mıdır? Tarihinden, edebiyatından, milli ve dini eserlerinden, milli kültür hazinelerinden haberi olmayan bir milletin, bir toprak parçasında rastgele toplanmış bir kuru kalabalıktan farkı nedir?

Bir milletin tarihi, edebiyatı, ilmi ve felsefi görüşü yalnız lise kitaplarındaki yarım yamalak bilgilere dayanmaz. İngiliz, Alman ve Fransız okullarında Shakespear’e, Milton’a, Schiller’e, Corneille ve Voltaire’e dair bilgi verilirken talebeye bu muharrirlerin okul kütüphanesindeki eserleri de okutulur. (İstanbul’daki yabancı kolejlerinde de az çok böyledir.) Bir Avrupalı genç istediği ilmî ve felsefî eserlerin tamamını okumak imkânına sahiptir.

Bugün yirmi yaşlarında bir Türk genci Naima’yı, onun eşsiz incelikler ve zarâfetlerle dolu nesrini, Cevdet Paşa tarihini ve daha yüzlercesini, bazıları Avrupa dillerine bile tercüme edilen tasavvuf eserlerini, divan şairlerini, Tanzimat edebiyatını, hatta şu en yakın Servet-i Fünûn edebiyatını ve Fecr-i Âti eserlerini satın almak, evinde bir milli kütüphane kurmak, bunları okumak isterse ne yapar?

Evvela bu eserlerin yüzde doksanını kitapçılarımızda bulamaz. Çünkü okuyucuları yok denecek kadar azaldığı için bu eserler yeniden basılmamıştır. Tek tük mevcutlarının her biri elli lira, yüz lira ve daha fazla. Zavallı genç eseri bulup alabilse okuyamaz, çünkü harflerini bilmez. Harflerini öğrenip okuyabilse anlayamaz, çünkü dilini bilmez. Bu talihsiz delikanlı için Bâkî’nin o muhteşem ‘Mersiye’si, Galîb’in o enfes ‘Hüsn-ü Aşk’ı, hatta Hâmid’in ‘Târık bin Ziyâd’ı simsiyah karanlıklara batmış muazzam âbidelerdir. O zavallıcık bu eserlerin ve daha binlercesinin arasında İstanbul’un göklere fırlayan tarihi eserleri arasında iki gözü kör dolaşan bir turist gibi gezip durur. Kendi tarihini, kendi dilini ve edebiyatını, kendi ilim ve felsefe görüşünü sevmez. Yabancı kültürlerin şahsiyetsiz ve haysiyetsiz bir uşağı olur.

Evet, evlerimizde, yazılarımızda, aydınca konuşmalarımızda hâlâ, daima kullandığımız Osmanlı Türkçesi’ni bütün kaideleriyle birlikte liselerimizde öğretmek şarttır.

Evet, gotik harflerini muhafaza ve Latin harflerini de kabul eden Almanya’da olduğu gibi, Latin harflerinin yanında lise gençlerine Arap harflerini de öğretmemiz şarttır.

Evet, bu memleketin kaderini devrim yobazlarının elinden alıp hakiki inkılapçılara emanet etmek şarttır.”

Aktüalitesini ve önemini günümüzde de koruyan bu yazıyı yeni Milli Eğitim bakanımıza – saygılarımla – ithaf ediyorum ve bu vesileyle merhum Peyâmi Safâ’yı da bir kere daha rahmetle yâd ediyorum.