Ortadoğu’da tarihin akışı tersine dönecek mi?

Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, Batı medeniyeti zirveye ulaşmıştı. Yüzyıllardır kendilerine kan kusturan; sınırlarını, bugünkü Almanya, İtalya, İspanya sınırlarına kadar genişletmiş bir imparatorluğun başkentini işgal etmişlerdi. Bir yönüyle, İslam medeniyeti ile Batı medeniyeti arasındaki büyük mücadelede Osmanlı Devleti, İslam dünyasının tek temsilcisi olarak yıkılmıştı. 1900 yılında Adriyatik’ten Arabistan Yarımadası’na, bütün Ortadoğu’ya, Afrika’nın ön hattı olan Yemen’e kadar her yer Osmanlı

Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, Batı medeniyeti zirveye ulaşmıştı. Yüzyıllardır kendilerine kan kusturan; sınırlarını, bugünkü Almanya, İtalya, İspanya sınırlarına kadar genişletmiş bir imparatorluğun başkentini işgal etmişlerdi.

Bir yönüyle, İslam medeniyeti ile Batı medeniyeti arasındaki büyük mücadelede Osmanlı Devleti, İslam dünyasının tek temsilcisi olarak yıkılmıştı. 1900 yılında Adriyatik’ten Arabistan Yarımadası’na, bütün Ortadoğu’ya, Afrika’nın ön hattı olan Yemen’e kadar her yer Osmanlı topraklarıydı. Ancak aradan sadece 20 yıl geçti ve koca bir imparatorluk yerle bir oldu.

Dedelerimizden, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı anılarını canlı canlı dinledik. Bizim çocukluğumuz, Osmanlı’nın gerilemesi, Batı’nın meydan okuması ve başta İslam ülkeleri olmak kaydıyla Batı dışı toplumların sefaleti üzerine tartışmalarla geçti. Yenilmişlik psikolojisi, öyle belalı bir durumdur ki, sürekli yenileceğinize dair bir inanç doğurur. Umutsuzluk, teslim olmak insan onurunu en çok zedeleyen şeydir.

Bir imparatorluk bakiyesi olan bu büyük milleti, önce Batılılar örseledi. Daha sonra CHP zihniyeti galiplerin safına geçerek Anadolu insanını ikinci kez yıkıma uğrattı. Osmanlı’nın yenilmesi, Müslümanların geri kalmışlığının tek sorumlusunun İslam dini olduğu tezini merkeze alarak; Modern Batı ideolojisinin tek çıkar yol olduğunu, Çin Kültür Devrimi benzer bir şekilde ceberut bir şeklide uygulamaya soktular.

Aradan yüzyıl geçti; Türkiye, tekrar bölgesel bir güç haline geldi. Daha önceki yazılarda, jeopolitik, ekonomik, güvenlik ve tarihsel misyon ve Erdoğan’ın liderlik gücünün bu süreçteki etkileri ele alınmıştı.

Son on yıldır Türkiye, tarihsel misyonu olan bölgelerde, küresel düzeyde dış politika etkisi üretmeye başladı. Türkiye’nin var olan gücü ve etkisi bütün dünyada kabul görmektedir. Libya, Somali, Katar, Karabağ, Kıbrıs, Ukrayna-Rusya savaşı, tahıl krizi ve daha birçok konuda gücünü ortaya koymuştur.

Suriye’de devrim niteliğinde bir değişim yaşandı ve Baba-Oğul Esad rejimi çöktü. Çok hızlı bir şekilde başlayan bu devrim sürecinden sonra birçok tartışma başladı.

Bugün ele alacağımız esas konu, Ortadoğu’da oyun kurucu güçlerin İngiltere ve Fransa’nın elinde olmasıydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu birçok devlete bölündü; bağımsızlık savaşlarına rağmen, diktatörler eliyle Ortadoğu’nun kaderi, ABD ve bağlı devletlerin elinde şekillendi. Bu ülkelerde yaprak kımıldasa, Batılı istihbarat teşkilatlarının parmağı olduğu iması, iman düzeyine ulaştı.

Medeniyetlerin yükselişi ve düşüşü, sürekli bir döngüdür. Bir medeniyet yükselir, düşüşe geçer; başka bir medeniyet güçlenir. Sezai Karakoç’un eserlerinde sıkça zikrettiği “gündönümü” bu olsa gerek. Son on yılda Türkiye, adım adım güçlendi. Eşzamanlı olarak Batı’da bir güç kaybı var.

Türkiye’nin son on yıldır ekonomik olarak güçlenmesi, kalkınmasını ve gelişmesini Batı’dan bağımsız olarak tamamlaması, bir devlet olarak tarihsel misyonunu yeniden üstlenmesi ve Erdoğan’ın güçlü liderliğiyle pekişen “Yeni Türkiye” gücü, bölge ülkeleri arasında Türkiye’den daha çok hissedilmektedir.

Biz, vaki olan işlerden hareketle mi kendi ülkemize ve liderliğine inanacağız, yoksa ülkemizin gücüne, misyonuna ve liderliğine güvenip arkasında mı duracağız? Bu işin arkasında İsrail var, bu işin arkasında Amerika var tezini sadece CHP’liler, liberaller ya da Batıcılar savunmuyor. İslamcılık ve milliyetçilik geleneğinden gelen birçok isim, Türkiye’nin imkanlarına güvenme konusunda sorunlar yaşıyor. Emperyalizm, bizi köle konumuna indirgemek için iki yüzyıllık bir emek harcamış, biz de gönüllü köle olma konusunda uyumlu davranmışız.

Çocukluğumda bir anlatıma rastlamıştım: Mısır’da bir konağa misafir gelir ve gece konaktan sesler gelirmiş; misafirler korkudan kaçarlarmış. Bir gün yürekli bir adam konağa misafir gelmiş, korku senaryosu işlemeye başlamış. Yürekli adam, “Kim iseniz çıkıp gelin, ben buradayım. Gücünüz varsa, hesaplaşalım!” demiş ve ellerini çırpınca tavan yarılmış ve hazineler dökülmeye başlamış. Hikâyeyi anlatan mütefekkir, Batı’nın kasvetli korkularını yenmek için bir örnek vermişti.

Dünyada jeopolitik dengeler köklü bir şekilde değişiyor. Güç dengeleri artık Batılı devletlerin lehine değil, özellikle kendi bölgemizde ve yakın coğrafyamızda en güçlü oyun kurucu Türkiye ve Sayın Erdoğan’dır. İki yüzyıldır ezilmeye ve horlanmaya alışmış zihinlerin, bu yeni duruma inanması kolay olmayacak.

Sait Halim Paşa’dan Necmettin Erbakan’a, Erdoğan’a uzanan siyasal fikir geleneği, şu temel inanca dayanıyordu: Biz büyük bir milletiz; dünyada kurulan imparatorlukların yarıdan fazlasını kurmuş ve Osmanlı Devleti’ni bir medeniyete dönüştürmüş bir misyona sahibiz. Ülkemizin ve bölgemizin geleceğini, kardeş ülkelerle birlikte inşa edeceğiz. Bu nüfuz alanı sadece İslam ülkeleriyle sınırlı değil; Ukrayna-Rusya savaşında dahi etkisini göstermektedir.

Sonuç olarak: Bugün Ortadoğu’da yaşanan büyük dönüşüm, Türkiye’nin gücünü yeniden tanımlamakta ve bölgesel bir lider olarak yükselişini sürdürmektedir. Ancak, geçmişin kalıplarından kurtulmak, özellikle de Batı’nın uzun süredir süregelen hegemonyasına karşı çıkmak, toplumda önemli bir değişim gerektiriyor. Görelim Mevla neyler.