Ne, vicdan mı? Biteli çok oldu!

Ne kadar umutsuz olursam olayım bu köşeyi sahipsiz bırakmadım. Ama öyle haftalar oldu ki ne yazsam yetersiz, boşlukta asılı kaldı. Toplumun bazı cinayetleri polisiye bir soruşturmanın ortağı gibi her mecrada tartışması etik olarak büyük problemler yaratıyor. Yönümüzü nereye dönsek şemalar, deliller, tapelerle sade bir vatandaş olarak olay yeri inceleme ekibinin bir parçası olmuş, cinayet çözüyor, çete çökertiyoruz. Yetmiyor cahil cahil hukuk terimleriyle cezaları bile belirliyoruz. Daha da hırsımızı alamıyor idam diye bağırıyoruz. Çok hastalıklı bu halimize bir bakalım istiyorum.

21 ağustosta, 8 yaşındaki kayıp kız çocuğu Narin’i aramakla başlayan, 19 gün sonra cenazesinin bulunması üzerine katilini(lerini) bulmak istediğimiz kriminal bir olay yaşandı. Bu kız çocuğunun ölümüne toplum olarak ailesinden, yaşadığı köyünden daha çok sahip çıktık. Gazete manşetleri, haber programları ‘‘Narin’’ diyordu, gündüz kadın kuşağı programları, sosyal medya, siyaset herkes işin bir ucundaydı. Katil ya da katiller iki ayın sonunda hala net değilken bir soruşturmada delil toplamada nasıl çuvallanır, nasıl bütün köy bir kız çocuğunun cinayetini bilir ama susar tanık yazıldık. Bir kız çocuğunu daha koruyamamanın iç huzursuzluğuydu belki de toplum olarak bu olay yeri inceleme komiserliğimiz. Medyanın konuyla ilgili reyting avcılığı çok sorunluydu ama yeni akım haberciler için işler yolundaydı. Eğer Narin cinayetini bu kadar çok konuştuysak bunun bir anlamı ve sonucu olması gerekmez miydi? Yani Narin bu topraklarda ‘‘öldürülen son çocuk’’ olarak milat olsaydı diyorum. Cinayetin failleri çabucak bulunup, yargılanıp, cezaları en yüksekten/afsız olabilse belki o zaman 8 yaşındaki bu çocuğun ölmüş bedeni reyting aracı olmaktan öteye taşınmaz mıydı? Dilerim en azından yargılanma süreci hızlı ve adil olur da katiller bundan sonra gün yüzü göremez.

Bu ay içinde öldüğüne inanılmayan bir katilin mezarı açıldı bu ülkede. Toplum olarak Narin cinayeti ile az çok adli tıp uzmanı olduktan sonra bu kez kemikler üzerinde ve DNA testleri konusunda uzmanlaştık. Yaşam hakkı Cem Garipoğlu tarafından elinden alınmamış olsaydı, Münevver Karabulut bugün 32 yaşında, yetişkin bir kadın olacaktı. Karabulut’u öldürdükten sonra katil Garipoğlu 28 hafta serbest gezmişti. İki yıllık bir yargılanmanın sonunda ceza almış, cezaevindeki 3. yılında intihar etmişti. Ama kimsenin vicdanında bu ölüm yer etmemişti. Eğer güçlü bir ailenin çocuğuysanız hapisten bile kaçırılabileceğiniz fikri topluma hiç de tuhaf gelmediğinden, katilin o mezarda olmama olasılığı hep vardı. Zira işlediği cinayet ayan beyan ortayken, ailesi tarafından Amerika’ya kaçırılan Cihantimur’un ABD’de yakalanması ve Türkiye’de yargılanamaması örneğinde olduğu gibi. Ya da bir ülkenin cumhurbaşkanının oğlu olup, bir kuryenin trafik kazası sonrası ölmesine sebep olsanız da Türkiye’de yargılanmaya gerek olmaması gibi.

Malum her suç kameralar önünde işlenmiyor. Ama kayıtları sosyal medyada bile dönen cinayetler, tacizler, tecavüzlerde faillerin tutuksuz yargılanması bir akıl tutulması değil mi? O zaman sorarım size; kayıt altında olmayan binlerce şiddet vakası ne olacak? Faili belli olan suçlar için bile mücadele etmek zorunda bırakılan mağdurlar, kamera önünde işlenmeyen suçlar için nasıl şikâyette bulunacaklar? Faili hiçbir zaman bulunamayanların hakkı nasıl aranacak? Her gün yeni bir şiddet türü öğrenen toplumumuzda, vücut bütünlüğü bozularak, şehrin en canlı saatinde, tarihi surlardan atılabilen ölü kadın bedenlerine karşı akıl sağlığımızı nasıl koruyacağız? Şehrin sokaklarında, devletin şefkatli evleri kabul edilen yaşlı, engelli bakım evlerinde, çocuk yurtlarındaki şiddete televizyon programları, sosyal medya mı çare olacak? Hemen her gün belediye barınaklarında ya da mahallelerimizde kaç hayvanın daha alçakça öldürüldüğüne şahit mi yazılacağız? Vicdan bizi terk edeli epey oldu anlaşılan.

Bu soruları sormaktan vazgeçmeyeceğim. Çünkü her gün yeni kötülüklerle el arttırılarak tanıştırılıyoruz. Dünya başımıza tam olarak yıkılmamış anlaşılan ki yenidoğan bebeklerin canına kastedilmiş bir sistem kucağımıza düşüverdi. Reyting canavarlığı ya da yandaş masal anlatıcılığı dışında gazetecilik mesleğini yapanlar sayesinde konu topluma mal oldu. Bu aç gözlülüğün, ahlaksızlığın, cana kast etmenin en savunmasıza uzanması affı olamayacak bir kötülüktür. Ama bana kalırsa konuyu yanlış yerlerden tartışıyor ve tıpkı Narin cinayetinde olduğu gibi tarihi bir fırsatı ıskalıyoruz. Konuyu sınırlı sayıdaki insanlara indirgeyip, sadece onları yargılamak olayın büyüklüğünü hafife almak olacaktır. Bu bir cadı avı değil, bu büyük bir sistem sorunudur. Yenidoğan bebeklerin dikkat çeken ölümü ile ilk yarık sağlık sisteminde açmış oldu.

Peki bu korkunç halin yeni doğmuş bir bebeğe kadar uzanması bir günde mi oldu dersiniz? Her gün bu noktaya koşarak gelmedik mi? Cezasızlık tavan yapmışken, herkesin devletin üst makamlarında ya da irili ufaklı mafyalar, çetelerle bağlantısı varken kırmızı ışıkta geçene bile ceza yazılamaz hale gelmedik mi? İktidar partisinden bir milletvekili ile birlikte VİP’den geçerek bavulunda kilolarca işlenmemiş altın bulunduran, yani kaçakçılık yapan kişiden çoğumuz haberdar bile olamadı, neden? Çünkü konuşulsun istenmedi. Kaz Dağlarında köyler yok edilerek açılacak yeni maden ihaleleri gene Cengiz Holding’e verildi, duydunuz mu? 6 Şubat depremiyle yerle yeksan olan Hatay-Defne’de zeytinlikleri kamulaştırma olmadan, hukuksuzca sökülüp üstüne TOKİ konutları inşa edecekler, haberiniz var mı? Kendini savunamayacak insanların mallarına çökmekle, savunmasız canların ölümüne sebep olmak, hak etmediği parada gözü olmak aslında temelde aynı ahlaki yoksunluğun farklı kostümlerle karşımıza dikilmesidir. Yenidoğan bebeklerin ekonomik kazançlar uğruna ölüme terk edilmelerindeki yapıda da aynı bozulmuş ahlak, aynı hırs, aynı toplumsal kodlar devrededir. Bu andan sonra böylesi gruplarda vicdan aramak sadece bizim saflığımız olabilir.

Yenidoğan çetesi olayını bir sistem sorunu olarak ele alalım demiştim ya, gelin birlikte makam odasında bu çeteleşen oluşumun elemanlarından birinin, Cumhuriyet’in savcısını alenen tehdit edip, göz dağı verdiği gizli kamera kaydının deşifresini yapalım. Bu tehdit videosunda olanları ben şöyle okuyorum, bakalım siz ne düşünüyorsunuz? İl Sağlık Müdürlüğü ve Sağlık Bakanlığı konunun birinci derece sorumlularıdır. Yetki alanları içinde yıllardır süren organizasyonlardan oldukça geç haberdar olmuşlardır. Şikâyete gerek olmadan, hakkıyla yapılan denetimlerde bile bulunabilecek onlarca açık mevcutken bakanlık konuya gerekli ilgiyi göstermemiştir. Adalet Bakanlığı diğer bir sorumludur. Yargılama sürecinde dosyayı takip ediyor olacağız ama onun da öncesinde savcısına, makam odasında tehditler savrulacak kadar çalışanlarını sahipsiz, güvencesiz bırakıyor olması bakanlığın kendine nelerin yanlış gittiğini sormasını gerektiren çok ciddi bir sorundur. Bu korkutma düzeninde kaç davanın hiç açılamamış olduğunu düşünmek açıkçası bizim uykularımızı fazlasıyla kaçırıyor. Sonra İçişleri Bakanlığı’nın sorumluluk alanındaki gediğini görüyoruz. Savcının odasında, savcının ailesinin, ancak emniyet veri tabanından alınabilecek gizlilikteki bilgilerini tek tek savcıya sayarak bu konunun üstüne gidilmemesi için ayar veriliyor. Bu sızıntı dolayısıyla hiç birimizin güvencede olmadığı hissi ensemizden geçerek bizi epey ürkütüyor. Bir de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın sorumluluğu var ki o da yoğun bakımlara yatırılan bebeklerin tedavi masrafı adı altında SGK’nın dolandırılması konusu. Hiçbir şüphe duymadan yıllarca ödenen fahiş hizmet faturaları için teftişe gidildiğinde neler kontrol edildi ya da edilmedi merak etmeden duramıyorum.

Henüz isimleri bile olmayan, kol bantlarında ailesinin soyadı olan yenidoğan bebeklerin hayatını elinden alan, ailelerini perişan eden, devleti dolandıran herkes en yüksek ceza talepleriyle yargılanmalıdır. Bu piramidin en tepesine kadar sorumluluğu olan herkes bulunup, toplum önünde ifşa edilip, cezalarını çekmelidir ki kimse bir daha bu ve benzeri alçaklıkları aklından bile geçiremesin. Basına düştükten sonra yaraya pansuman gibi yolsuzluğa karışmış özel hastanelerin kapatılıyor olması neyi çözecek inanın bilmiyorum. Adı geçen hastanelerde büyük çoğunluğu fedakârca çalışan doktorundan, hemşiresine, hizmetlisinden, sekreterine herkes şaibe altında bırakılarak, bir günde işsiz kaldılar. Sol kanat hemen ‘bu hastaneler kamulaştırılsın’ diye popülist bir çıkışla başı sonu olmayan bir öneriyle sahnede kendine yer açtı. Oysa kamu hastanelerinin de özel işletmeye yakın bir sistemde çalıştığından sağır sultan bile haberdarken gene tribünlere oynadılar, boş attılar ve gene tutamadılar. Televizyon kanallarının haber programlarından, gündüz kuşağı kadın programlarına kadar bir anda herkes canlı yayınlara bağlanıp başından geçen olumsuz sağlık deneyimlerini paylaşmaya başladı. Ama bu paylaşımlarda hastaneden sağlıkla ve bebeği ile çıkmış anneler de vardı. Diyorlardı ki biz ucuz kurtulmuşuz, ya bize de bunlar yalan söylediyse, ya bebeğimize bir şey olsaydı… Toplumsal histeri denilen şey tam da böyle başlar aslında. Yetkili olmayan, mağdur olan, itirafçı olan, o hastanelerden yolu hasta ya da çalışan olarak geçmiş herkes canlı yayınlarda kendine yer bulmak ister ve bilgi kirliliği alır başını gider. Hiçbir filtre olmaz ise suçluların suçu hafifler. Alenen yolsuzluk yapmış, vicdani hiçbir duygusu olmayan insanlar sebebiyle tüm sağlık emekçileri zan altına alınmıştır. Sorarım size sağlıkta şiddetin diğer şiddet sarmalıyla birlikte büyük tehdit olduğu toplumumuzda bundan sonra hangi doktorumuzu, hemşiremizi hasta ya da hasta yakınlarından koruyabileceğiz? Hani pandemi zamanı alkışladığınız hekimlerimizi bu kirletilmiş sistemde nasıl temize çekeceğiz? Bir doktorun yıllarca eğitimini aldığı, sahada tecrübelendiği konular hakkındaki verdiği kararları her seferinde bu yenidoğan yolsuzluğuna karışanlarla bir tutup ‘acaba’ mı diyeceğiz? Yenidoğan yoğun bakımlarından sağ ve sağlıklı çıkan on binlerce bebeği görmezden mi geleceğiz? Yoğun bakımların olmadığı dönemlerde yok yere ölmüş bebekleri ne çabuk unuttuk? Yetersiz sayıda ve donanımda personelle idare edilen, özel hastane içinde işletmecilik olarak birtakım kişilere bırakılmış bu gibi birimlerin hesabını ‘‘sağlıkta dönüşüm’’ projesinin mimarlarına sormayacak mıyız? Sağlık Bakanlığı’nca verilmiş ruhsatlarla açılmış bu yerlerin denetimini yapmayanların sorumluluğu görmezden mi gelinecek? Sağlık çok uzun zamandır alınıp satılan bir hizmete dönerken, üniversite hastaneleri döner sermayesiyle bile dönemezken, SGK kapsamında ayrıcalıklar alan bir grup özel hastane büyük paralar kazanırken, muayenehane hekimlerini nefes alamayacakları hale getiren uygulamalarla işlevsizleştirirken, özel hastanelere doktor kadrolarını taksi plakası gibi kısıtlayıp, satarken ey sevgili halkım hesap kimden sorulmalı tekrar bir düşünelim derim. Yenidoğan bebekler üzerinden yapılan bu acımasızlıklar maalesef buzdağının küçük bir kısmı.

Bu toplumun daha konuşulacak çok meselesi var. Duymaya alışkın olmadığımız siyasi partilerden çıkan öneriler sonrası çarşamba akşamüstü terör alçak yüzüyle tekrar karşımıza çıktı. Terörü lanetliyorum. Terör saldırısında hayatını kaybeden beş kişi, sabah evlerinden işlerine gitmek üzere çıkarken evlerine bir daha dönemeyeceklerini akıllarının ucundan bile geçirmediler. Yerine konulamaz tek şey candır ve artık onlar hayatta değiller. Manidar zamanlar da sizin olsun, silahlar da siyasi hesaplar da. Biz yani sade vatandaşlar, hukuk devletinde, can ve mal güvenliğimizin korunduğunu bilerek yaşayacağımız günlerin özlemindeyiz. Son olarak, kadın cinayetlerini durduracağız platformunun internet sayfasında, erkek şiddeti nedeniyle öldürülen kadınların kaydının tutulduğu anıt sayaçta 325. isim Hatice Tosun. İyi hafta sonları.