Nasrallah ya da birlikte olma umudunu yaralamak
Önceki yazımızı, Nasrallah ile ilgili Şiîlik ayrımını bizim yapmadığımızı, ancak bu ayrımı sözleri ve menfur uygulamalarıyla onun kendisinin yaptığını söyleyerek bitirmiştik. Bu, şeyin şeyliğine dair bilginin önce şeyin kendisinden gelmesi nedeniyledir. Örneğin taşın kendisi hakkında verdiği ilk bilgi soğukluğu ve sertliğidir. Bu ilk -saf- bilgi, taşla kurduğumuz çarpma (acı verme), yer değiştirme (sökülme), maden çıkarma (kıymetlenme), işleme (şekil verme), kullanma (bina, set ve köprü yapma) vb.
Bu, şeyin şeyliğine dair bilginin önce şeyin kendisinden gelmesi nedeniyledir. Örneğin taşın kendisi hakkında verdiği ilk bilgi soğukluğu ve sertliğidir. Bu ilk -saf- bilgi, taşla kurduğumuz çarpma (acı verme), yer değiştirme (sökülme), maden çıkarma (kıymetlenme), işleme (şekil verme), kullanma (bina, set ve köprü yapma) vb. ilişkilere göre farklı nitelikler yüklenir.
Bu bağlamda bir Şiî olarak Nasrallah için bir hata-sevap cetveli çıkarmamıza gerek yok. Çünkü özellikle Suriye’de Sünnilerin ve oradaki Şiî cuntaya karşı çıkanların kanları onun ellerine yapışmıştır. Bu katliam, tehcir, sindirme ve mezhepçiliği hortlatma sürecine mahsus bilgiler -ne yazık olumsuz etkileri bugün de devam eden- canlı tablolar hâlinde orta yerde durmaktadır.
Bizim Nasrallah üzerinden söylemek istediğimiz asıl şey, İran’ın kurduğu ve yönetimini Nasrallah’a verdiği Hizbullah ile Yemen vd. yerlerdeki örgütlerinin hareketliliği üzerinden Sünnîleri pasiflikle, Müslüman olmayan yöneticilere tabi olmakla ve daha da önemlisi şer güçleriyle işbirliği yapmakla ya da en azından onlara başkaldırmamakla suçlaması ve kendisini söz konusu örgütleriyle birlikte zulme başkaldıran, İslam’ı yayan, müstaz’aflara yardım eden… bir güç olarak konumlandırmak istemesidir.
Bunda siyasetle mayalanmış bir anlayışla karşı karşıya olduğumuz aşikardır ve birçok somut örneği tarihimizde de yerleşiktir. Sıffin savaşı, Kerbela vahşeti… vb. daha eski defterleri paranteze alarak, salt kendi kavmimizin tarihinden baktığımızda, Şia temelli Batınîliğin, Abbasilerin inkırazında İslam’ın ihyasını tek başına gerçekleştiren Selçuklular’dan bugüne kadar hemen her devirde Müslüman iktidarların başına bela olduğunu görürüz.
Batınîliğin İsnâaşeriyye, İsmailîliyye, Gâliyye, Râfizîyye, Velayetçilik vb. adlara, Hasan Sabbah, Şah İsmail, Kasım Süleymani, Nasrallah… gibi zatlara sahip olması, hareketin zamana ve mekana tabi bir farkına değil, sadece siyasetteki sürekliliğine işarettir.
Buna rağmen biz, Temmuz 2017’de İşgalci İsrail’in Mescid-i Aksa çevresinde metal dedektörler yerleştirmeye kalkıştığı günde söylediğimiz şu hususlarda bugün de ısrarlıyız:
Ancak bu temenni ve bundaki ısrar, İran’ın ABD-SiyoNazilere karşı yaptığı güncel atakların moral etkisiyle, Şiîlerin Nasrallah yönetimindeki Hizbullah üzerinden son örneğini Suriye’de verdikleri ağır zulmü, orada Haçlıları durdurmak adına kendisi de son tahlilde bir Haçlı olan Ruslara alan açmalarını göz ardı etmemize sebep olamaz.
Zira, bu söyleyiş dinden ve tarihi gerçekler kadar bölge gerçeklerinden de kopuktur.
Sünnîlikle Şia’nın din-iktidar ilişkilerinde öncelikle Şia tarikatının mülk üzerinden pür siyaset gütmesi yüzünden ayrıştıklarını bilmeyenlerin, “Ben melamet hırkasını / Kendim giydim eğnime / Ar u namus şişesini / Taşa çaldım kime ne” romantizmiyle mest olanların söz konusu kopukluğu idrak etmeleri mümkün değildir.
“Bir olamasak bile birlikte olmamız mümkündür” sözünün kuvveden fiile çıkabilmesi için önce din’in din olarak dosdoğru anlaşılması, ardından yeni siyasetin elbirliğiyle oluşturulması gerekmez mi?