İstanbul’un kayıp eserlerinin izlerini yer altında buldum
Osmanlı belgeleri ışığında İstanbul’un yer altı dünyasını inceleyen Arzu Ulaş, eline geçen belgeler, çizimler ve notlar eşliğinde hem günümüze ulaşan hem de zamanla kaybolan yapıların izlerini sürüyor. Ulaş, “Osmanlı Belgeleri Işığında İstanbul Yer Altı Yapıları” çalışmasıyla şehrin tarihini aydınlatan belgelerle “Şehir nasıl kuruldu?” sorusuna cevap arıyor.
Dünya tarihinin kadim kentleri arasında yer alan İstanbul, zaman ve mekânın bıraktığı somut izleri dokusunda yaşatmaya devam ediyor. Bu izler, kentin tarihi derinliğine dair daima merak uyandırıyor. İstanbul’un “Yer altı dedektifi” olarak tanınan Arzu Ulaş, geçmişte de şehrin görünen silüeti gibi görünmeyen silüetinin de müellifler, seyyahlar, elçiler ve hatta tüccarlar tarafından keşfedilme arzusu taşıdığını anlatıyor. Aynı arzu ile Tarihi Yarımada’nın altını üstüne getiren Ulaş, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde Kültürel Mirasın Korunması ve Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini tamamlayarak ortaya koyduğu kapsamlı tezi “Osmanlı Belgeleri Işığında İstanbul Yer Altı Yapıları” adıyla kitaplaştırdı. Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları aracılığıyla ilgilileri ile buluşan kitap şehrin tarihini aydınlatan harita, resim ve belgeler ile “Şehir nasıl kuruldu?” sorusuna İstanbul’un yer altından kuruluş hikâyesiyle yanıt veriyor.
Tüm dünya şehirleri gibi İstanbul’da tekrar tekrar imar edilen bir şehir. Fatih Sultan Mehmet de İstanbul’u fethettikten sonra yaşanan salgınlar, yangınlar ve depremler nedeniyle bir anlamda zayıf ve güçsüz olan bu şehrin imarına başlamış. Örneğin 15. yüzyılda Tursun Bey’in “Tarihü’l-Ebu’l-Feth” isimli eserinde, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethi ile su yollarının imar ve inşası hakkında bilgilere rastlıyoruz. Üç tarafı denizlerle çevrili olduğu halde en önemli ihtiyacı su olan İstanbul için su yollarının inşası oldukça mühim. Fatih’in şehrin en önemli yaşam kaynağı olan su yollarını inşası benim açımdan dikkat çekici oldu. Çalışmamın aslında ilk sorusu şu oldu: “Osmanlı belgelerinde İstanbul’un yer altına kadar biliniyor?” Bizans’tan bir takım bakiyeler kalmıştı. Osmanlı bunları kullandı mı? Osmanlı, arşiv kayıtlarının bunların kayıtları var mı? Bu konuları araştırdıkça arşivin bir derya deniz olduğunu gördüm. İşe önce “sarnıç” kelimesiyle girdim ama sonra mahzen, çukurçeşme, ayazma, kuyular işin içine girdi… Osmanlı’daki yer altı hakkındaki belgelerinin ne kadar olduğunu, miktarını tespit ettikten ve ne kadar çeşitli olduğunu gördükten sonra bu belgeleri gruplara ayırdım.
Ben İstanbul’un yer altı dünyasını Osmanlı belgelerinin ışığında inceledim. “Osmanlı bu yer altını nasıl belgelere kaydetmişti?” sorusunu çok güzel açılımları oldu. Elime geçenler sadece yazılı belgeler değildi. Kimi zaman çizilmiş ve nasıl yapılacağına dair yanına notlar alınmış bir sarnıç planı, bir inşaat projesiydi. İstanbul tarih boyunca büyük yangınlar geçiriyor biliyorsunuz. Yangınlar sonrasında haritalanmış ve tabii yangından sonra yer altındaki o mahzenler de gün yüzüne çıkmış ve o mahzenler de çizilmiş. Örneğin, Samatya’da bulunan Sulu Manastır. Yangın sonrasında eski kalan bakisinin üzerine yenisi yapılıyor ama belgelenirken eski temelleri de kayda alınıyor. Bunlar günümüze çok güzel söylemler oluşturuyor. Şehrin yer altını hem kaleme almışlar, hem de çizerek de göstermişler. Elbette, hiçbir şey belgedeki gibi kalmamış. Bu anlamda Osmanlı’dan günümüze şehrin değişen sokak isimleri ve yapılan imar faaliyetleri ile ve açılan yollarla kaybolan yapıları tespit etmekte de Ayverdi Haritası, Alman Mavileri ve Pervititch haritaları benim en önemli kaynaklarım oldu.
Tespit ettiğim ve cadde altında kalan bir Ayasofya maksemi var. O mesela tramvay yolunun altında kalmış. Aslında 1935’te çekilmiş bir resmi var. Kitapta da o resmi İSKİ’den alarak kullandım. Geçmişte var ama günümüzde yok. Bu nedenle yer altı yapılarını ele alırken hem Osmanlı belgelerinde hem de günümüzde tespit ettiklerim, Osmanlı belgelerinde görüp günümüzde kayıp olanlar ve güncel tespit çalışması sürenler olarak üçe ayırdım. Tespit ettikten sonra ilk girdiğim su yolu Eminönü’ndeki Büyükhan Su Tüneli’ydi. Yaklaşık seksen altı metrekarelik bu su yolunda halen aktif su akışı devam ediyor. Ben de su yolunu gidebildiğim yere kadar takip ettim ama günümüzdeki yapılaşma sebebiyle su yolunun devamında bir hafriyat çalışması olmuş ve bu su yolu kapanmış.
İstanbul’un aslında yapısının el verdiği kadarıyla bir su mimari yapılaşması var. Bu yüzden de şehrin topografyasını çok iyi bilmek lazım. Bu da multidisipliner bir çalışma gerekiyor. Çünkü çok uzak yollardan geliyor. Bunun için de tabii ki suyu iletecek, depolayacak, dağıtacak su mimarisine ait yapılar inşa ediliyor. Bu da şehrin su kültürünün zenginliğini gösteriyor. Maksame gelen su ana kaynaktan alınıyor. Su bir yere kadar geliyor ama İstanbul’un topografyası suyun her yere dağıtılmasına elverişli değil. Kimi yerde suyu dağıtmak ya da su terazisiyle suyu çıkarmak gerekiyor. Bazı yerlerde hiçbir şey yapmayıp su seviyesine yani su yolunun geçtiği seviyede çukur çeşmeler yaparak suya erişim sağlanmış. Örneğin Samatya’da da aynı sokakta iki tane çukurçeşme var.
İstanbul’un en önemli özelliği bu katmansal yapısı. Tarihi katmanlarını yeraltında da devam ediyor. Hatta Bizans’tan kalan yapılar Osmanlı tarafından onarılmış ve bir kısmı kullanılmış, Aynı şekilde Cumhuriyet döneminin de onarımları ya da tahribatlar var. O yüzden bu şehrin geleceğine dair söylem oluştururken Osmanlı belgelerinin ne kadar önemli olduğunu unutmamak gerekir. Benim de aslında kitaptaki amacım İstanbul’un geleceğine dair söylem oluştururken Osmanlı belgelerini okumanın mutlak gerekli olduğu göstermekti. Tarihi Yarımada’da altı yüzyıl hüküm sürmüş Osmanlı, başkenti olan bu şehri imar ederken mutlaka yer altındaki bu zenginliklerle karşılaştı ve şehri bu bilgiler ışığında imar etti. İstanbul gibi bir şehirde günümüzde de bir çok restorasyon çalışması yapılıyor. Çok güzel bir eser ama yok olmuşsa yeniden yapılmak isteniyor. Bunları yaparken o alttaki görünmeyen silüeti bilirsek üzerini de ona göre inşa ederiz.
Osmanlı Dönemi’nde toplumun sağlık ve sıhhatine halel getirmemek için suların temiz olması konusunda hassasiyet gösterilmiş. Ulaş, incelediği belgeler arasında Zeyrek’te bulunan bir sarnıcın padişah emriyle temizlendikten sonra su ile doldurularak kullanıma açılmasıyla halkın padişaha yazdığı bir teşekkür yazısına rastladığını anlatıyor. Sarnıçlarının temizliğiyle alakalı rastladığı bir diğer belge ise II. Abdülhamid dönemine ait 19 Kasım 1892 tarihli. Belgede Terkos Su Şirketi’nin yaptığı su deposunda biriken suya soda atılmakta olduğunu öğrenen padişahın durumun hemen tetkik edilmesini istediği ifadeleri yer alıyor. Bu suyun sadece gündelik işler için değil, içilmekte ve yemek pişirmekte kullanıldığı belirten II. Abdülhamid, bilhassa kışlalara isale edilen suyun içerisine halisliğini bozacak hiçbir madde atılmaması su şirketine tembih ediyor.
Tarihi Yarımada’yı keşfederken halkın sürekli ilgiyle kendisini izleyip sorular sorduğunu anlatan Ulaş, “Gittiğim her yerde, yer altına ineceğimiz her noktada mutlaka yanıma gelirler. Ne yaptığımı öğrendikten sonra da, hepsi aynı efsaneden söz ederler” diyor ve ekliyor: “Buradan bir giriyorsunuz, Ayasofya’dan çıkıyormuşsunuz!” Günümüzde yaygın olan bu algının Osmanlı döneminde de olduğunu söyleyen Ulaş, “Aslında gireceğimiz yer dikdörtgen planlı bir sarnıç. Bugün baktığınızda oradan bir yere ulaşma imkanı yok. Ama belki de geçmişte vardı ve yapılaşmayla birlikte onlar kayboldu. Bunu bilemiyoruz ama halkın hafızasında bu efsane hep var” açıklamasını yapıyor.
Tarihi su yollarında, karanlıkta kimi zaman sürünerek ilerlediklerini anlatan Ulaş, keşif süreci boyunca korkmadığını, tünellerin insan yapımı olduğunu bilmenin kendisine güven verdiğini söylüyor: “Neyle karşılaşacağımı bilmezlik bir durum yoktu. Bu su yollarının haritası çizilmiş, belgede bir su yolcunun girip bu yolu tamir ettiği anlatılıyor. Bunu bilmek bana güven veriyor” diyor. Ulaş, yerin altında ilerlerken şehrin üstünü de düşünerek kafasında mesafeleri karşılaştırmaya çalışmış: “Çok iyi bildiğim bir yerde, Caferiye Han su tünelinde ilerlerken ‘Şu an acaba neredeyim?’ diye düşünmeye başladım. Yeraltında lazermetreyle ölçtüğünüz halde mekan kavramını kaybediyorsunuz.”
Okuduğu kitapların çalışma motivasyonunu artırdığını söyleyen Arzu Ulaş, “İhsan Oktay Anar’ın Kitab-ül Hiyel kitabı Galata’da geçiyor. Onu okuyup çok beğenmiştim. Böyle kitaplar da tabii etkili oluyor. İhsan Oktay bu konuları güzel yazıyor gerçekten. Belki bir motivasyonum da okuduğum o kitaplar olabilir” açıklamasını yapıyor. Ceneviz yapılaşmasının yoğun olduğu Galata bölgesinin de belge taramasını bitirdiğini anlatan Ulaş’ın gelecekteki hedefi bu bölgedeki yer altı yapılarını incelemek. Ulaş, “Tarih Yarımada doğup doğmuş büyümüş biri olarak buraya çok aşinayım. Galata, bana çok farklı gelecek. Günümüzde bile gittiğimde Galata’da böyle daha sarmal bir yapısı var gibi geliyor. Belki daha karışık ve çözmek daha heyecanlı olabilir” diyor.