Her şey 7 Ekim’de mi başladı?

Bir yılı geride bıraktığımız şu günlerde, İsrail’in Gazze başta olmak üzere Batı Şeria ve Lübnan’a teşmil ettiği saldırılar ile ilgili bilanço gittikçe ağırlaşıyor. Çocuk ve kadınların da içerisinde olduğu binlerce insanın katledildiği bu süre içerisinde, yaşanan trajediyi durdurma adına herhangi bir şeyin yapılamıyor olması ise manidar. Dünyanın gözü önünde bütün imkanların seferber edildiği bir düzlemde, soykırımı engelleyebilecek herhangi bir mekanizmanın olmaması, insanlığın üzerine düşünmesi

Bir yılı geride bıraktığımız şu günlerde, İsrail’in Gazze başta olmak üzere Batı Şeria ve Lübnan’a teşmil ettiği saldırılar ile ilgili bilanço gittikçe ağırlaşıyor. Çocuk ve kadınların da içerisinde olduğu binlerce insanın katledildiği bu süre içerisinde, yaşanan trajediyi durdurma adına herhangi bir şeyin yapılamıyor olması ise manidar. Dünyanın gözü önünde bütün imkanların seferber edildiği bir düzlemde, soykırımı engelleyebilecek herhangi bir mekanizmanın olmaması, insanlığın üzerine düşünmesi gereken bir konu.

Esas soru ise şu: İsrail’in saldırıları ve
soykırımına meşruiyet atfetmek üzere sıklıkla dile getirilen “her şey 7 Ekim’de başladı” vurgusu ne kadar gerçekçi?
Yani İsrail’in kendi öz savunması üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılan bütün eylemlerinin gerekçesi 7 Ekim’deki operasyon olabilir mi? Bir diğer ifadeyle 7 Ekim, herhangi bir gerekçe yokken kendiliğinden ortaya çıkan bir durum mudur? Eğer her şey 7 Ekim’de başladıysa, 1948’den bu yana farklı amaçlar doğrultusunda yapılan işgal ve katliamlar nerede konumlandırılabilirdi?

Her şeyin 7 Ekim’de başlamadığı sadece Batı Şeria üzerinden bile bakıldığında çok açık biçimde görülecektir. İsrail’in BM nezdindeki kınamalara rağmen her geçen gün işgalci politikalarına devam etmesi ve yasadışı yerleşimciler üzerinden bu bölgeyi kontrol etmesi kabul edilebilir değil. Birleşmiş Milletlere bağlı kuruluşlar üzerinden kayıt altına alınan istatistiklere bakıldığında, İsrail’in her yıl binin üzerinde evi yıktığı ve Filistinlilere ruhsat vermediği görülmektedir. Gazze’deki yapıların dörtte üçünü işlevsiz hale getiren İsrail’in, alt yapıyı da eş zamanlı hedef alması, yaşam koşullarını imkansız hale getirme anlayışıyla izah edilebilir ancak.

7 Ekim’den bu yana herhangi bir kurala riayet etmeden soykırımına devam eden İsrail’in bölgede yaşamı nasıl etkilediği de istatistiki olarak kayıt altına alınmış durumda. Okul ve hastanelerin yarısından fazlasını işlevsiz hale getiren İsrail, su ve gıda gibi en temel ihtiyaçları da doğrudan hedef almaktadır. Sadece alt yapıda meydana gelen yıkımın telafisinin bile on yıldan fazla süreceğini ifade eden BM yetkilileri, aslında soykırımın yarattığı tahribatın ne kadar çok boyutlu olduğunu da göstermektedir.

7 Ekim ve İnsansızlaş-tırma Aşaması

1948’den bu yana tedrici bir işgal politikası izleyen İsrail’in 7 Ekim sonrasında öz savunma ilkesi üzerinden bütün eylemlerini açıklamaya çalışması, oldukça sofistike bir plan üzerinden ilerledi aslında. 7 Ekim sonrasında ABD ve İngiliz medyasında İsrail eliyle dolaşıma sokulan anlatılarda, Hamas başta olmak üzere Filistinlilerin bebekleri yakan ve onların başlarını kesen katiller olduğu propa-gandası yapıldı. Express, Daily Mail, Times ve Independent gibi gazetelerin ilk sayfalarını ayırdıkları bu anlatılar, İsrail’in Batı’da üretmeye çalıştığı meşruiyet açısından birer gösterge idi. Bir süre sonra Elon Musk gibi sosyal medya patronlarının da dahil olduğu bu gösteri, İsrail’in sonraki bütün eylemleri açısından birer kalkış noktası idi.

Peki İsrail neden bu stratejiyi izledi? 7 Ekim sonrasındaki eylemlerine meşruiyet atfetmek isteyen İsrail’in Batı basını aracılığıyla ürettiği bu propaganda, Filistinlilerin her hal ve şartta bu saldırılara müstahak olduğu algısını pekiştirdi. Çünkü bir topluluğu bu denli şeytanlaştırır iseniz onlara yapacağınız şeylerle ilgili kamusal algıyı da bir yere kadar yönetebilirsiniz. Batı elitleri açısından da sığınılabilecek bir gerekçe olarak düşünülen 7 Ekim’in bir yere kadar işlevini yerine getirdiği de açık. Eğer öyle olmasaydı Eleştirel teorinin önde gelen isimlerinin de yer aldığı filozoflar, İsrail’in öz savunması üzerine bildiri yayınlamak zorunda kalmazlardı.

Nasıl Bir Yol

Nakba’dan bu güne değin gelinen sürece ve yaşanılan dramlara bakıldığında, 7 Ekim’in spontane bir operasyon olmadığı görülecektir. Bu aşamada, on yıllardır sistematik şiddet ve yerinden edilmeye mahkum edilen bir topluluğun nasıl bir yol izleyebileceğine dair akıl yürütmek önemli olacaktır. Sömürge düzeni içerisinde bağımsızlık mücadelesi veren milletlerin hangi eylemlerle bu sömürü düzenini ortadan kaldırdıklarına dair örneklikler üzerinden tartışmak, 7 Ekim’i analiz etmeyi kolaylaştıracaktır hiç kuşkusuz. Bu yöntem, 7 Ekim’i olumlamak ya da kınamak gibi bir ikiliği de aşacak ve İsrail gibi işgalci bir devletin Filistinlilere yönelik asimetrik şiddetinin nasıl bir strateji ile dengelenebileceği üzerine de kafa yormamızı sağlayacaktır.

Aksi takdirde
her şeyi 7 Ekim parantezi üzerinden anlamaya çalışmak, 1948’den bu yana inşa edilen sömürge düzeninin incelikli işçiliğini de anlamamızı zorlaştıracaktır.
Her şeyin 7 Ekim’le başladığını iddia etmek, İsrail’in 7 Ekim’den sonra hızı ve şiddetini artırdığı soykırımı da anlamayı imkansız hale getirecektir. Her şeyi 7 Ekim ile başlatmak, sömürgeci düzenin işleyişindeki sofistike propaganda yöntemleri üzerine düşünmeyi de zorlaştıracaktır. Şunu çok açık biliyoruz ki hiç bir şey 7 Ekim’de başlamadı, 7 Ekim sadece, on yıllardır sistematik biçimde inşa edilen bir düzenin meşruiyet kaynağı olarak
araçsallaştırıldı.