Hep ‘Cumhuriyet gazetecilik okulu’ derler, oysa Cumhuriyet ‘hayat okulu’dur… 30 yılın tanıklığı

Ailecek gittiğimiz misafirlikte öğrendik Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü. Aileler neşeyle sohbet ederken televizyondaki haberle bir anda ortalık buz kesmişti. Hemen eve döndük, ardından da gazetenin Cağaloğlu’ndaki binasına gittik.

Bizim gibi yüzlerce kişi gazeteye koşmuştu. Gazetenin girişinde yer alan Uğur Mumcu anı defterine “Özgürlüğü, cumhuriyeti ve demokrasiyi ilelebet yaşatacağız” diye yazmıştım.

Milyonlarca insan kızgın, üzgün ve endişeliydi. Bir gazeteci milyonları kenetlemişti. 1980’lerde büyük yaralar alan ailelerin, siyasetten uzak yetiştirdiği kuşağım için artık Uğur Mumcu vardı. Uzun bir yürüyüş başlamıştı. Gazeteci olacaktım. O yılın eylül ayında Cumhuriyet okulunun spor servisindeydim.

Hep “Cumhuriyet gazetecilik okulu” derler, oysa Cumhuriyet “hayat okulu”dur...

YÜCELMAN’IN ÖĞÜTLERİ

Cumhuriyet’te meslek büyüklerimizin bir dediğini iki etmez, uyarılarını yerine getirmeye çalışırdık. Mesleğe başladığım Spor Servisi’nin şefi Abdülkadir Yücelman, o dönem gazetenin en eskilerindendi.

Yetiştirdiği onlarca gazeteci, ilerleyen yıllarda hem Cumhuriyet’in hem de diğer gazetelerin yazıişleri müdürleri, genel yayın yönetmenleri oldu. Çok disiplinliydi. Futbol maçlarını izlemeye giden muhabirlere ankesörlü telefon için jeton kontrolü yapar, “Gazetecinin fotoğraf makinesi ve jetonu hep yanında olmalı. Tarihi bir haber yakalama şansı insanın başına sadece bir kere gelir, bunu kaçırmayın” derdi.

Yücelman, futbol kulüplerine muhabir seçerken Galatasaraylıyı Fenerbahçe, Beşiktaşlıyı Galatasaray, Fenerbahçeliyi Beşiktaş muhabiri yapardı. Bu sayede şimdiki gibi fanatik spor muhabirlerine rastlanmazdı. Yücelman’ın son öğrencisi olmak benim için bir şanstı.

EN ZEVKLİSİ SPOR MUHABİRLİĞİ

Maçları tribünden izlemek, yazmak, fotoğraf çekmek, sık sık yurtdışına çıkıp maçları takip etmek oldukça keyiflidir. Spor servislerinin mutfağında çalışmak isteyen de az olur. Sadece karda-kışta habere gitmeyi tercih etmeyenler, konforuna düşkünler mutfakta kalmayı seçerdi. Teknoloji şimdiki kadar gelişmemişti. Cep telefonu olmadığı için yanımızda götürdüğümüz masaüstü telefonlarını stat ve salonlardaki hatlara bağlardık. O da yoksa şefimizin öğütlediği gibi jetonlarımızla gazeteyi arar, arkadaşlarımıza haberleri yazdırırdık. Foto muhabiri ise dijital makineler olmadığı için 15. dakikada stat kapısında bekleyen motosikletli kuryemize çektiği makaraları teslim ederdi.

Dijital fotoğraf makinelerinde olduğu gibi çektiğini göremez, “Acaba fotoğraflar taşra baskısını kurtaracak mı?” endişesiyle işinin başına dönerdi. Mutfaktakilerin derdi ise sayfaları maç biter bitmez baskıya göndermek olur. Stattan gelen ve aceleyle karanlık odada “tab” edilen fotoğraflar seçilirdi. Bazen de işler yolunda gitmez, maçta pozisyon az olunca, istenen kare yakalanamazdı. Bu durumlarda “Abdül abi”nin öğütlediği gibi maç öncesinde takımların forma çeşitlerine göre alternatifli şekilde arşiv zarflarında bulunan tampon fotoğraf kullanılırdı. 2005 yılındaki yeniden yapılanma sürecinde iktisat mezunu olduğum için artık ekonomi servisindeydim. İtiraf ediyorum, benim için çok sıkıcı zamanlardı. Spor Servisi’nin hareketli ortamı bitmişti ama gazetecilik için öğrenecek yeni bir kapı açılmıştı.

Kısa bir süre sonra da Hasan Eriş Ekonomi Servisi şefi olmuştu. Abdülkadir Yücelman gibi Hasan Eriş de mesleki bilgisini paylaşan, disiplinli, çok iyi bir gazeteci ve çok iyi bir servis şefiydi. O dönem yaptığımız ekler, gazeteye yeni bir değer katmıştı. Kanserden yitirdiğimiz Mehmet Sucu’nun isteğiyle 2008’de yazıişleri yılları başladı. Mesleğin ilk zamanlarında ayaklarım titreyerek girdiğim o servisteydim. Gazetemizin 100. yılında ise yazıişleri müdürlüğü yapmanın gururunu yaşıyorum.