“Devrimci zihniyet ahlâkını kaybederse her şeyini kaybeder”

12 günde muhteşem bir final yapan Suriye devrimi birçok açıdan şimdiden dünya devrimler tarihine girmeye hak kazanmış oldu. 14 yıl boyunca arkasında onca katliam, baskı, zulüm, işkence, yıkım, tehcir barındıran bir rejime karşı kazanılan bu büyük zaferin bu şiddet geçmişiyle son derece orantısız bir barışçıllıkla son bulmuş olması mesela. Şimdiye kadar Suriyeli devrimcileri şu veya bu şekilde suçlayan, onları direniş eksenine karşı ABD, İsrail veya Batı emperyalizminin aparatları olarak suçlayan

12 günde muhteşem bir final yapan Suriye devrimi birçok açıdan şimdiden dünya devrimler tarihine girmeye hak kazanmış oldu. 14 yıl boyunca arkasında onca katliam, baskı, zulüm, işkence, yıkım, tehcir barındıran bir rejime karşı kazanılan bu büyük zaferin bu şiddet geçmişiyle son derece orantısız bir barışçıllıkla son bulmuş olması mesela.
Şimdiye kadar Suriyeli devrimcileri şu veya bu şekilde suçlayan, onları direniş eksenine karşı ABD, İsrail veya Batı emperyalizminin aparatları olarak suçlayan herkesin utancından yerin dibine geçmesini gerektiren bir ders bu.
ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ AKLINDAN DEVLET AKLINA
Şimdiye kadar Siyonizme sözümona direniş cephesi olma iddiasıyla hareket eden İran ve kardeşlerinin Suriye’de Müslümanlara karşı irtikap ettikleri insanlık suçlarının haddi hesabı olmadığı gibi Siyonizme bir milim geri adım attırmamış olduğu da ortada. O yüzden Suriye’de devrim sonrası kendini bir coşkuyla ifade eden halk bu
sözümona Şii Şebbihalarına karşı öfkeli olsalar da bu durum onlarda bir intikamcılığa sevk etmiyor.
Aslında belki çatışmalar devam ediyor olsaydı, olaylar bu kadar hızlı cereyan etmemiş olsaydı bu intikam duygusu canlı kalabilirdi. Ancak
Ahmet el-Şara
ve SMO unsurlarının duruma hızlı bir biçimde vaziyet etmeleriyle birlikte kısa süre içinde devlet aklı devreye girmeye başladı ve artık kaotik özgürlük mücadelesi ortamı yerini hukuk aklı almaya başladı. Eski rejimin insanlık suçlarıyla nam salmış unsurları bile artık yakalandığında onlara yönelik bütün öfkeye rağmen bir intikam mantığıyla değil, adil yargılama kuralı işlemeye başladı. Bu kadar kısa bir süre içinde bu yargı kuralının işlemeye başlamış olması başlı başına önemli bir hadise.
Ahmet el-Şara ile görüşmemizde de kendisine yönelttiğimiz bir soruydu
bu ve kendisi bence literatüre geçecek aforizmatik cümlelerle bu durumu ifade etti:
“Bu devrimde, halka karşı nezaket ve şefkat üzerine yetiştirildik, çünkü temelde mücadelemizin kaynağı, halkı adaletsizlikten kurtarmaktı.
Bu yüzden savaşan gençlere mümkün olduğunca rehberlik etmeye çalıştık. En yüksek düzeyde ahlaka sahip olmalarını istedik. Muzaffer olduk, doğru, ama bu zaferle merhamet ettik. Allah’tan bunu istedik.
İntikamsız bir zafer
. Çünkü rejim zihniyeti inşa etmez.
Devrimci zihniyet öldürebilir, ama ahlakını kaybederse her şeyini kaybeder.
İnsanlık ve Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki bu işi başardık ve bu iyi bir davranıştı çünkü başkaları da kendilerini güvende hissettiklerinde olumlu bir karşılık aldık. Böylece devrim ile rejim arasında ne kadar fark olduğunu hissettiler. Tam tersi olsaydı, birçok suç işlenecekti. Muzaffer taraf olduğumuz doğrudur ama. Allah’a şükür ahlaka uygun davrandık.
Bu siyaset değil, bu bir görev.
Bu bizim sorumluluğumuzdu.”
TEK ÖRNEĞİ SURİYE OLMAYAN BİR MODEL

Açıkçası bu cümleler benim duymaktan ve karşılığını sahada görmekten büyük bir gurur ve sevinç duyduğum şeylerdi. Çünkü beni de var eden itikadi ve ahlaki kodların, hadi daha entelektüel bir tabir kullanalım, teorik yaklaşımlarımın mümkün ve gerçekleşmiş pratiğini görmüş olmaktan dolayı bana büyük bir heyecan veriyordu. İntikamsız bir zafer, Peygamber Efendimiz'in Mekke fethinde bütün insanlığa miras olarak bıraktığı bir zafer ve iktidar modeli. Müslümanlar hâkim olmaya, düşmanlarının yaptığını yapmaya, onların yolunu takip etmeye çalışmıyorlar. Onların davası her zaman bütün insanlar için Allah’ın rahmetinin, merhametinin ve adaletinin bir taşıyıcılığıdır. Bunu pratikleriyle göstermeleri mümkündür ve buldukları bütün fırsatlarda gösteriyorlar işte. Hz. Ömer ve Selahaddin Kudüs’te gösterdi. Müslümanlar fethettikleri her yerde bunu gösterdiler. 3-4 yıl önce Afganistan’da herkesin kendilerinden benzer bir öfkeli ve vahşice intikam beklemeye şartlandığı bir anda Taliban’ın herkesi affetmekle kalmayıp kimseyi görevlerinden bile azletmeden yoluna devam etmesi. İşgal ve zulmü ortadan kaldırmaktır Müslümanların davası. Bunu tam da güçlü oldukları anda göstermeleri ahitlerine ne kadar sadık olduklarının da bir göstergesidir.

ABD’DE “SURİYE IRAK OLUR MU?” ENDİŞELERİ

Suriye’de onca yıldır çelik bir perde gibi ülkeyi büyük bir baskıyla yönetmiş olan bir ordu ve yönetim aygıtı var. Onun çökmesi o kadar kolay mıdır? Silahlarını bırakmakla geçmişte ülkeyi döndürdükleri mezbahaneden mütevellit suçlarından tamamen masum sayılabilecekler mi? Onlar affedilip terkedilse bile bu sefer tekrar örgütlenip eski düzen lehine birtakım eylemler yapmazlar mı?

Bu kaygılar bazı ABD çevrelerinde dile getiriliyor şimdi.
Karşılaştırma Saddam sonrası Irak’taki durum ile yapılıyor
. Saddam’ın komutanları da işgal sonrası çözülmüş ordunun artakalanları olarak örgütlenerek işgale yıllarca kök söktürecek büyük şiddet eylemlerine girişmişlerdi. Şimdi ABD’nin istihbarat çevreleri aynı senaryonun Suriye’de de tekrarlanabileceğini söylüyor. Bu öngördükleri bir ihtimal mi, yoksa içinde kendilerinin de yer alacağı bir komplo mu, doğrusu insan kestiremiyor.
Ancak bir ihtimalse Suriye ile Irak’ın farkı Suriye’yi fethedenin bizzat Suriye’nin kendi evlatları olduğu, çıkarıldıkları yurtlarına, evlerine geri dönmüş olduklarıdır. Üstelik bunu yaparken kendilerini evlerinden çıkaranları bile affetmek suretiyle onları, zor da olsa, kazanmayı denemiş oluyorlar. Oysa
Irak’ta Saddam’ın Baas yapılanmasında
yer almış herkes baştan suçlu ilan edildi ve ondan eski rejimin mağduru Şiiler adına intikam alınması işgalciler tarafından teşvik hatta tahrik ve tensik edildi.
Irak’ı bir intikam sarmalının içine sokarak uzun sürecek bir iç savaş bizzat işgalci ABD’nin bir tercihiydi. Oluşan bu şiddet sarmalına da “
yaratıcı kaos
” diyerek bundan kendine göre bir takım kazanımlar çıkarmaya çalıştı.
Bu kazanımı kim elde etti, kime yaradı, neticesinde binlerce ABD askerinin de öldüğü, Irak’ın altın tepsiyle İran’a teslim edildiği ve ABD’nin çıkış yolunu bulmak için akla karayı seçtiği bir final için neden böyle bir maceraya girildiği de beyin yakıcı sorular tabi.
ABD’nin her yaptığını akılla, mantıkla, hesapla yaptığını mı sanıyorsunuz? Güçlü devlet olmak bazen akla ihtiyaç duymamayı da beraberinde getirebiliyor. Güç sarhoşluğu aklı baştan alır, bazen akılla izahı olmayan işleri gücüne güvenerek yapar da günün sonunda elinde sıfırdan başka bir şey olmadığını görür.
Suriye’de silahlarını bırakan veya bırakmayan Baas rejiminin unsurları içlerine sindiremedikleri yenilginin rövanşını almak için veya kurulan yeni hükümeti yıkmak için yeniden Irak’takine benzer bir isyan hareketine girişebilirler mi?
Zorlanırsa elbette bu ihtimal hiç de imkansız değil, ama bizim görebildiğimiz kadarıyla Şara ve hükümetinin affedici tutumu bunun bütün ideolojik veya meşruiyet gerekçelerini tamamen yok etmiş durumda. Rejimin kendisi zaten şimdiye kadar gayr-ı meşru durumdaydı. Irak’taki Baas’ın bile toplumdaki karşılığı, Kürt ve Şii unsurlara karşı ayırımcı politikalarına rağmen, çok daha geniş ve köklüydü. Oysa Esad’ın kendi halkından, Nusayri kesiminden bile bir desteği kalmamıştı.
SURİYE’DEKİ SON DURUMLAR ABD’Yİ DAHA RASYONEL DAVRANMAYA ZORLUYOR
ABD’nin şimdi Fırat’ın doğusunda bulunması için kendine gerekçe saydığı en önemli husus buradaki DAEŞ varlığı. Bu örgütün bildiğimiz kadarıyla zaten savaşacak bir varlığı kalmamış. Buna rağmen geçtiğimiz günlerde ABD’nin bu örgütün lideri
Ebu Yusuf
’u başarılı bir operasyonla bertaraf ettiği haberleri yayınlandı. Herkes DAEŞ’in bu olayla birlikte diriltildiği ve ABD’nin bu bahaneyi canlandırmaya başladığı şeklinde bir yorum yaptı. Olabilir.
Ama bir de biraz daha iyimser olunabilecek bir ihtimal var. Belki de ABD çekilmek için kendine bir yol bulmak zorundadır ve bunun için DAEŞ’in doğrudan lideri olduğu kişiyi öldürdüğünü ilan ederek bu yolu açmaya başlamıştır bile.
Zira ABD’nin şu anda JPG varlığını desteklemek için Suriye’de bulunmasının hiçbir haklı, makul veya rasyonel zemini kalmamış durumda.
O da biliyor ki, DAEŞ diye bir örgütün varlığı yok. NATO’da müttefiki olan Türkiye ile JPG arasında, daha önemlisi de artık güçlü bir biçimde, arkasında net bir zafer başarısı ve halk desteği olan bir Suriye rejimi ile JPG arasında kalmış olacaktır.
Ayrıca burada hapishanede tutulan sözümona DAEŞ militanlarının her biri için JPG’ye ödemek zorunda olduğu adam başı bir meblağ var ve bu çok ciddi bir yekûn tutuyor.
Astarı yüzünden pahalı, hiçbir anlamı ve rasyonalitesi olmayan bir savaş bu. Üstelik 2000 ABD askerinin gerilim bölgesinde bulunmasına yol açan bir süreç. ABD şimdi bunun hesabını yapmak durumunda da kalacak gibi.
AHMET EL-ŞARA’YA SORAMADIĞIMIZ SORULAR MI DEDİNİZ?
Ahmet el-Şara ile yaptığımız mülakat hiç kuşkusuz çok önemli mesajlar içeriyordu. Kendisiyle toplamda iki kez ve her biri birer saati aşan görüşmelerimiz esnasında sormak istediğimiz birçok soruyu sorduk, ama her şeyi değil tabii. Bir mülakatı sorulan sorulardan ve alınan cevaplardan ziyade sorulmayan sorular dolayısıyla eleştirmek, bizim Türkiye’de tipik muhalefet marazlarından biri. Birçok yerde
“Yasin Aktay’ın Ahmet el-Şara’ya sormadığı veya soramadığı sorular”
başlığı altında eleştirileri görünce sadece güldüm. Çünkü söz konusu sorular soramadığım sorular olmadığı gibi sormamış olduğum sorular da değildi. Ancak benim iki buçuk saatlik toplam görüşmelerimin sadece bir bölümünde mülakat vardı. Mülakat dışı o soruları sormuştum ve mülakat esnasında sormamı engelleyecek hiçbir şey de yoktu aslında.
Off the record
kaydı olmayacak şekilde o sorulardan biri PKK ile ilgiliydi. Sonraki günlerde zaten o sorulara bolca muhatap oldu Şara ve cevaplarını da verdi:
“Kürtler bizim kardeşlerimizdir ve her türlü hakları Suriyeli başka herkesinki gibi mahfuzdur. Ancak hiç kimseye ayrıca silah taşımaya ayrı bir yönetim bölgesi oluşturmaya için verilmeyecektir”
şeklinde özetlenecek bir konuşmsı oldu.
İkinci konu da İsrail meselesiydi.
O konuda da olup bitenin farkında olduğunu ve İsrail’in bu süreç içinde yaptığı fırsatçılığın hiçbir şekilde kabul edilmeyeceğini de söyledi.
Üstelik bu yaptığının da şimdiye kadar Esed rejimiyle ne kadar uyumlu çalıştığını ve bazılarının iddia ettiğinin aksine Suriye halkının iktidara gelmiş olmasından hiçbir memnuniyet duymadığını gösterdiğini
de ekledi.

Ama belki birileri Şara’nın bu aşamada İsrail’e savaş açıp açmayacağını söylemesini bekliyordu. 61 yıldır Esed rejiminin bir kurşun atmadığı İsrail’e Şara’nın hemen savaş açmasını beklemeleri, İsrail’e karşı olduklarından değil, yine iflah olmaz fesatlarından tabii, görmüyor muyuz?