Çınarların yasını tutan bir gönlün hikâyesi (1)
4 gündür Ege ve Akdeniz seferindeyiz MTO’muzun demirbaşlarından Muharrem Kartancı hocamla birlikte. “Ege fatihi” Cemal Demirtaş Bey kardeşimin hazırladığı kapsamlı bir konferanslar dizisi için yollardayız; şehir şehir, ilçe ilçe Ege’yi ve Akdeniz’i dolaşıyoruz, dur durak demeden. Direniş, diriliş ve var/oluş tohumları ekmek için. Seyahatimiz ve konferanslarımız çok zevkli, verimli ve ruh dolu geçiyoruz. Güzel tohumlar ekiyoruz. Bu seyahatimize katılamayan Bursa temsilcimiz Nuri Gür Bey kardeşimin
4 gündür Ege ve Akdeniz seferindeyiz MTO’muzun demirbaşlarından Muharrem Kartancı hocamla birlikte. “Ege fatihi” Cemal Demirtaş Bey kardeşimin hazırladığı kapsamlı bir konferanslar dizisi için yollardayız; şehir şehir, ilçe ilçe Ege’yi ve Akdeniz’i dolaşıyoruz, dur durak demeden. Direniş, diriliş ve var/oluş tohumları ekmek için.
Seyahatimiz ve konferanslarımız çok zevkli, verimli ve ruh dolu geçiyoruz. Güzel tohumlar ekiyoruz. Bu seyahatimize katılamayan Bursa temsilcimiz Nuri Gür Bey kardeşimin seyahatimize eşlik edemeyişinin hüznünü anlattığı, edebi değeri yüksek bir metni sizlerle paylaşacağım Pazar ve Pazartesi günkü yazılarımda. Katılamadığı ama medyadan takip ettiği uzun soluklu seyahatimizi çok güzel yazmış Nuri Gür Bey kardeşim. MTO talebesi kalitesi, çapı ve farkıyla.
***
Attığınız tohumlar bir gün büyük çınarlar olacak, dedi Halis Arlıoğlu hocamız. Şimdi o çınarların gölgesinde sığınacak bir avuç yer ararken buluyorum kendimi. Gözlerim ufukta, ayaklarım toprağa kök salmayı arzuluyor. Ama ellerim bomboş…
Gözlerimde bir damla yaş, dudaklarımda yarım kalmış bir dua. Günlerdir bir hazırlık içerisindeydim. Sanki bu yolculuk, sadece bir sefer değil, hayatın bütün yüklerinden sıyrılacağım bir başlangıç olacaktı.
Her şeyi planladım. Ama hayat, planlarıma cevap vermedi.
Bir taş gibi düştü önüme, sanki “Dur,” dedi. “Sen kimsin ki bu yolculuğa hükmedesin?” Bu hüzünle sabah ezanlarının serinliğinde teslim oldum.
“İnşallah,” dedim, yüreğimde büyüyen o çaresizliğin çığlığına rağmen. Teslimiyet bir kurtuluştu belki de. Ama yine de sormadan edemiyordum: Bu tohumlar neden göğe yükselemedi? Bu çınar neden yapraklarını açmadı?
Biliyor musun, bu gezide Yusuf Kaplan hocanın çantasını taşımayı hayal etmiştim. Hocanın o ağır ilmî çantasına küçük bir destek olmaktı niyetim. Ama şimdi çantayı değil, kendi kalbimin ağırlığını taşımaya mahkûmum.
Geziye katılamayışımın hasreti, içimde bir ağıt gibi yankılanıyor. Bir yanım eksik, bir yanım yarım. Sanki gönlümden bir parça alıp götürdüler. Ama yine de, Rabbime teslim oluyorum.
Bu topraklarda atılan her adım
bir duadır, her adım bir nefestir.
Eğer bu seferde, bu topraklarda bir yerim varsa, nasip olur. Olmazsa, belki de başka bir zamanda başka bir şekilde. Ama içimde bir yangın var; bu yangın, yalnızca bir katılamama hasreti değil, bir eksikliğin, bir nasipsizliğin hüznü.
Şimdi durup o toprakları düşünüyorum. Kuşadası’ndan Aydın’a, Adnan Menderes Üniversitesi’ne kadar uzanan o yolları. O yollarda yürüyenlerin izleriyle şekillenen o seferi. Şimdi o yolların bir ucunda ben, diğer ucunda özlemini duyduğum
o yolculuk var. Ve arada bir boşluk.
Bu boşluk, ne kadar dolabilir, bilmiyorum.
Ey gönül! Neden bu kadar ağırdır ayrılığın yükü?
Neden katılamadığın bir yolculuk için, sanki bir ömür boyu sürecek bir hasrete mahkûm edilmiş gibisin?
Oysa ki bu sefer sadece bir konferanslar dizisi değildi. Hayır, bu daha derindi, daha anlamlıydı. Bu, medeniyetin yaralarını sarmaya çalışan, gönülleri hakikatle buluşturmayı dert edinenlerin sesiydi.
İzmir’de açılan ilk sayfa, Aydın’da işlenen yeni cümleler… Yusuf Kaplan hocanın ilmiyle yoğrulan zihinler, konferans salonlarında yükselen hakikat’in sesi… O sahnelerde hakikatin yankı bulduğunu hayal ettim. Muharrem ağabeyimi, Cemal ağabeyimi, talebe kardeşlerimi düşündüm; yüzlerindeki coşkuyu, yüreklerindeki adanmışlığı…
Ve o adanmışlığın gölgesinde, kendi acizliğimle bir başıma kaldım. Oysa ki bu sefer, medeniyetimizin ruhunu yeniden diriltmek için bir çaba değil miydi? Bu ülkenin “zihnen” işgal edildiği bir çağda, bu işgale karşı durmanın, bir hikâye inşa etmenin gayreti değil miydi? Öyleyse neden bu kadar çaresizim? Bir tohuma dönüşemeyen bir damla su gibi, neden bu kadar toprağın üstünde kaldım?
Yusuf Kaplan hocanın Kuşadası’ndaki dersi… İnsanları hakikate çağıran o güçlü sözleri düşündüm. O sözlerin etkisiyle dirilen kalpleri, yenilenen umutları. Oysa ben, hocanın çantasını bile taşıyamadım. Bir seferdeki en küçük göreve bile talip olamadan, bir kenarda kalakaldım.Ama yine de biliyorum:
Bu yolculuk sadece bir fiziksel hareket değil. Bu, zihinsel bir devrim, gönülde bir diriliş.
O toprakları adımlayamamak, belki de kendi içimde bir başka yolculuğu başlatacaktır. Çünkü “medeniyet tasavvuru” demek, yalnızca toprakla değil, ruhla kök salmak demektir. Bir çınar, köklerini toprağın derinliklerine salmadan nasıl göğe yükselebilir?
Bazen düşünüyorum, bir çınar ağacının sessizliği gibiyim. Rüzgâr vurdukça eğilip bükülen, ama kendi köklerinin farkında olmayan. Bu seferin tohumları belki bir gün o çınara dönüşecek.
Ama ben o gölgenin dışında kalırsam ne olur? İşte bu korku, bu çaresizlik, bu ayrılığın hüznü…Bu hüznü yalnızca benim gibi bir yolculuğa hasret kalan anlayabilir. Yolun bir ucunda beklemek, ama hiç başlayamamak…
Attığım her adımda, ulaşılamayan o menzilin bir adım daha uzağa kayması… Ve o menzilin ötesinde, hakikatin yankısı olan bir sesin bana ulaşması: “Şikâyet etme, bir hikâye inşa et!”
Hakikatle buluşmak için çıktığım bu yolda, kendi hikâyemi nasıl inşa edeceğimi düşünüyorum şimdi. Eğer bu seferde yer bulamazsam, kendi gönlümde bir sefer başlatmalı mıyım? Bu, belki de asıl teslimiyetin kendisidir.
Ey gönül, nerede eksik kaldım? Neden Yusuf Kaplan hocanın medeniyetin inşasına dair o güçlü sesine ortak olamadım?
Gönlümdeki bu yangın, sadece bir hasretin mi yansıması yoksa daha derin bir meseleyi mi anlatıyor? Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, bu sefer sadece toprakları değil, ruhları da ihya etmeye adanmış bir gayret.Aydın’daki Adnan Menderes Üniversitesi’nin o salonlarını hayal ediyorum.
Gençler, ilmin diriltici soluğunu hissetmek için toplanmış. Bir çınar ağacının dalları gibi, her biri başka yönlere açılıyor; ama kökleri aynı toprağa bağlı. Orada söylenen her söz, atılan her adım, aslında bu ülkenin kaderini yeniden yazmaya bir çağrı.
Yusuf Kaplan’ın “Öncü Kuşakta Karakter İnşası” üzerine konuşmasını gözümde canlandırıyorum. O sözlerin her birinin bir mihrap taşı gibi yerini bulduğunu düşünüyorum.
Peki ya ben? Ben bu taşların neresindeyim? O taşların altında ezilen bir damla su mu, yoksa henüz o taşlara ulaşamamış bir yolcuyum? İçimde bu soruların yankısıyla, Filistin davası için yazılan tiyatro oyununu düşünüyorum.
O sahnede yükselen sesleri, adalet için haykıran gençlerin coşkusunu… Ve kendi sessizliğimle bir kez daha yüzleşiyorum.