Bol Reklamlı Boş İşler, Hücreler
Bu hafta size söz verdiğim Puccini ve La Boheme operası yerine ajanda değişikliği yaparak Hücreler oyunundan bahsedeceğim. Acil durum uyarısı diyelim buna.
BKM, yapımcılığını üstelendiği Hücreler oyununa çokça konuşulsun, duyulsun istendiğinden hafta başında şaşalı bir gala yaptı. Siz de bu sayede magazinde, sosyal medya hesaplarında bu oyunun adına epeyce maruz kalıp, merak edeceksiniz diye düşünüyorum. Hangi oyuna gideceğimize karar verirken birçok parametreyi değerlendiriyoruz. Oyunun yazarı, konusu, yönetmeni, oyuncuları, oyun hakkındaki yorumlar, eleştiriler, hatta ulaşım kolaylığı bile bizi bir oyunu seçerken etkiliyor. Pazar kalabalık ve rekabetli olunca da büyük bütçeli işler tanıtım ve pazarlamaya da acımadan para harcıyor. Diğer bir yol da popüler isimlere oyunlarda yer vermek. Ama bu fikir her oyunda ve her oyuncu ile işlemeyebiliyor. Çok iyi projeler ve oyunculukların yanında büyük felaketlerle de karşılaşmak mümkün oluyor. Niye konuya buradan girdim derseniz, çok sayıda ünlü ismi bir araya getirip, başarılı PR (tanıtım, pazarlama) yaptığınızda olmamış bir iş olmuş olmuyor. Seyircisi olmadan da tiyatro olmayacağı için bu işler uzun soluklu olmadığı gibi projelerin içinde yer alan isimlere de aslında uzun vadede zarar veriyor. Bu koca paragraf Hücreler oyununun çerçevesini çiziyor.
Engin Günaydın çok sayıda okurumun sevdiğini düşündüğüm bir sanatçı. Uzun soluklu sanat hayatında niye böyle bir işi yaptı anlamakta zorlandım. Günaydın sanki yıllardır gördüğü rüyaları günlüğüne yazmış, sonra bundan bir oyun yapsam, arkadaşlarım da gelir oynarlar, çok da eğleniriz demiş gibi. Ortada gerçek anlamda tartışılabilecek bir metinden bahsetmek güçken gene de size bu oyunun zaaflar zincirini yazmak istiyorum. Hücreler oyunu bir fikirle başlamış ama sonra sayıklamalara dönmüş, başından sonuna dediği hiçbir şeyi tutamamış bir iş. Heteronormatif bir dille, kadını en istenmedik klişeyle tanımlayarak başlayan oyunda femme fatale bir kötü kadınla, kocasını patronuyla aldatan başka bir kadını izliyoruz.
İlk andan beni kendisinden iten bu dil sonunda ne diyecek diye sabrettim tabi. Ancak ilerleyen dakikalarda çocuk oyunundan alıntı dekor ve kostümlerle karşılaşınca sakin olmaya karar verdim. Belki de çok acayip ters köşeler olacaktı oyunda. Ama olmadı. Absürt metin desem; Ionesco’nun Kel Diva’sı sezonu kasıp kavururken onlara çok ayıp ederim. Sürreal desem ki kendileri tanıtımlarında metinlerinde böyle demişler oyunlarına ve fakat daha vücut içinde bir evren kuramayan bu anlatımın bilinç ile bilinç dışını birleştirmesi için epey yolu olsa gerek. Bir de üstüne komik demişler, bence tek komik olan bu oyuna komedi demeleri olmuş. Yani tanımlanamaz bir metin var ortada. Bu arada benim oyunu birlikte seyrettiğim seyirci aralarda güldü ama galada oyun öncesi içilenlerin de yardımı olmuştur diye düşünmeden edemedim.
Fikir şu; insan bedenindeki hücreler bir kriz sonrası ritimlerini kaybediyor ve toparlanmak için yollar arıyor. Oyunda profesör hücreler var, yağ, sinir, onarıcı… Her şeyi yöneten bir beyin. Ve uygulayıcı binlerce hücre. Araya da işini bilen kötü, fırsatçı hücreler giriyor. Hım buradan acayip toplum eleştirisi çıkar diyebilirsiniz ama yok heveslenmeyin çıkmıyor. Çıkmaya çalışıyor ama öyle demode ya da korkak yazılmış ki cümleler seyircide karşılığı olmuyor.
Yazarımız aynı zamanda yönetmen. Doğu Akal ile birlikte bu olmayan rejinin koltuğunu paylaşıyorlar. Ayrıca Günaydın oyuncu kadrosunda da yer alıyor. İşte böyle aynı anda her şey olmaya çalışınca çoğu zaman bakış açıları körleşiyor ve iş batıyor. Cengiz Bozkurt, Nilperi Şahinkaya, Şinasi Yurtsever, Kubilay Aka, Cengiz Deniz gibi ekranlardan sevdiklerimiz sahnede bir araya gelerek seyirciye nasıl bu kadar ayıp ettiler anlamakta güçlük çekiyorum. Ceplerindeki tüm klişelerini sergileyip, oyunculuk adına yeni hiçbir şey aramadan sahneye çıkmaları, evlerinden tiyatroya gelmiş seyirciye yapılmış büyük haksızlık. Tehlikeli bulduğum başka bir konu da ilk kez tiyatroyla bu oyun aracılığı ile tanışanlar konusu.
Reji yaparken video kayıtlarının sahnede kullanılması yönetmenlerin elini zenginleştiren bir oyuncak adeta. Bu oyunda bir satış hilesi olarak karşımızda. Çünkü sadece ekranda ya da video mapping ile oyuna katılan isimler oyun künyesinde sanki sahnedelermiş gibi sunuluyor. Günse Birsel, Selin Şekerci, Derya Karadaş, Rüştü Onur Atilla, Alican Yücesoy gibi isimleri sahnede görmek isteyenler için bu bilgi uyarıcı kamu spotu olsun.
Oyun ilerliyor ve bir yerinde seçim propagandası başlıyor. Balkondan sahneye doğru pankartlar açılıyor, bandolu geçişler oluyor, şakılar, sloganlar, konfetiler, en sonunda seyircinin üstüne bırakılan sponsor firma renklerinde balonlar vs. ama oyunun başında kahramanın göz hizasından siyah beyaz ekranda karısı tarafından patronuyla aldatılması vardı. Hatta tüm metabolizma bundan alarm vermişti. Sonra da iyileşmeyi hemşiresine âşık olarak yaşayacak kahraman için arada anneye benzeyen eş mevzusu ile Freud’a selam bile çakılmışken sloganlar, öp, öpler nereden çıktı? Hani sevgi iyileştirirdi mesaj? Dedim ya aklına gelen her şeyi yazmak istemiş Günaydın. Ezberlerde kopukluk, akışı bozan temposuzluk, oyuncuların sahnede olduklarını unutup kendi hallerine güldükleri anlar… bu oyunda belki de en iyi şey Tolga Çebi’nin yaptığı müziklerdi. Ama şarkı dinlemek için seçilecek en ıstıraplı yol Hücreler.
Bu arada starlar Voltran’ının bilet fiyatlarına yansıyan bedeli de hiç fena değil. Her fikrim var diyenin arkasında BKM olmadığı için bizler de bu işin iyi olabileceği fikriyle yollara düşüyoruz. Ama seyrettiğimiz oyun finalde tepemize inen balonlardan farksız. Bunca para harcanıp, bu kadar kötü bir iş çıkarmış olmak kıt kanaat bütçelerle iş yapan tiyatro emekçilerine yapılmış bir haksızlık gibi geliyor. Kapitalizmin kuralları değişmiyor, kötü iş iyi makyajla satılmaya çalışılıyor. Sorun şu ki tiyatro olmayan bir işe, tiyatro makyajı yapsan da tutmaz. İyi pazarlar herkese.