Bir teklif: Türkiye’nin küresi
Sanırım 2011 yılının Ocak ayıydı. Her zamanki gibi uçak biletlerimizi Gaziantep’e almış, Türkmen taksici Abdülkadir abiyi Antep’e çağırmıştık. Âdetimiz öyleydi. Antep’e gidiyor, Azez kapı üzerinden Halep’e geçiyorduk. O sefer de öyle yaptık. Abdülkadir abi, Azez’le Halep arasındaki 50-60 kilometrelik yolda seyrederken dedi ki: “İsmail abi, biliyor musun, bu yolda inşaat halinde olan her bir binayı Türk firmaları inşa ediyor. Nerede bir tuğla görüyorsan orada bir Türk firması çalışıyor demektir.
Sanırım 2011 yılının Ocak ayıydı. Her zamanki gibi uçak biletlerimizi Gaziantep’e almış, Türkmen taksici Abdülkadir abiyi Antep’e çağırmıştık. Âdetimiz öyleydi. Antep’e gidiyor, Azez kapı üzerinden Halep’e geçiyorduk. O sefer de öyle yaptık. Abdülkadir abi, Azez’le Halep arasındaki 50-60 kilometrelik yolda seyrederken dedi ki: “İsmail abi, biliyor musun, bu yolda inşaat halinde olan her bir binayı Türk firmaları inşa ediyor. Nerede bir tuğla görüyorsan orada bir Türk firması çalışıyor demektir. Hele Halep’te kaleden alışveriş merkezine, iş merkezlerinden türbe restorasyonlarına kadar bu hep böyle.” “Biliyorum” abi deyip gülümsemiş, hatta “inşallah binaların estetik işlerini bizim Laz müteahhitlere bırakmıyorsunuzdur” diyerek espriyle karışık durum tespiti yapmıştım.
On üç yıl önce yaptığım o yolculuk, Suriye’ye yaptığım son yolculuk olmuştu. Halep, İdlib ve Şam’a gitmiş, hem bir belgesel çekmiş hem de bilhassa Şam’da Türkiye-Suriye ortak yapımı olarak bir dizi film çekimi için bir yapımcı görüşmesiyle yine ortak bir müzik projesinin toplantılarını yapmıştık ekip arkadaşlarımla birlikte. Bu yolculuğumuzun ardından şubattan itibaren ülke içindeki protestolar çok artmış, marta gelindiğinde de Esed, halkını öldürmeye başlamıştı.
Açık konuşmam gerekirse Suriye’deki iç savaşın başlangıcının İsrail-ABD-BAAS ortak yapımı olduğunu ve doğrudan Türkiye-Suriye yakınlaşmasını hedef alan bir ajandayla çıkarıldığını düşündüm hep. Esed ile Erdoğan’ın el ele bu şiddet ortamını kısa sürede bastıracağını da hesap ettim. Ne yazık ki öyle olmadı. Esed, BAAS bürokrasisine teslim olup Rusya-İran aksının adamı haline geldi. Gerisi malumunuz. 14 yıla yakındır 500 bin civarında insan öldü Suriye iç savaşında. Bilhassa İran, akıl almaz bir zalimlikle binlerce masumun canını aldı bu güzel ülkede.
Şimdi geldiğimiz noktada, İsrail’i aşırı derecede rahatsız eden ve etki alanını neredeyse Golan Tepelerine değin geri çektiren Suriye-Türkiye yakınlaşmasından değil, İsrail’in Türkiye sınırının sıfır noktasında askeri varlık gösterebilecek bir düzenek kurmuş olduğundan söz ediyoruz ne yazık ki. Ama dış politika düzeni böyledir. Kurduğun oyun tutabilir de, tutmayabilir de günün sonunda. Oyun kurmayı aklının ucundan bile geçirmemek ise sadece bir zavallılık biçimidir.
Nereden aklıma geldi peki bunlar? İki haberden. Birincisi gazetemizin dünkü “Türkiye’ye Musul daveti: Musul’u beraber inşa edelim” manşetinden. İkincisi de geçen hafta Albayrak Grubu’nu ziyaret eden Özbekistan Dijital Teknolojiler Bakanı Sherzod Shermatov’un “tüm Türk startupları Özbekistan’a gelip işlerini büyütebilir. Bilişimde 5 milyar dolar ihracat hedefimiz var ve bunu Türkiye ile yapmak istiyoruz” cümlelerinden.
Bu, burada bir dursun.
Türkiye’nin sahip olduğu haritadan çok daha fazla olmak üzere dünyada kapladığı yer ve dünyaya önerdiği “yeni anlam küresi” meselelerini içerdeki hayhuy arasında neredeyse ıskalıyoruz. Üstelik içerideki hayhuyun asli nedenlerinden biri de tam olarak bu. Bizim, Türkiye’nin anlamını ıskalamamız isteniyor. Sadece içeride kalan, Kamalizm’in sığ ötesi “yurtta sulh cihanda sulh” yaklaşımını yani “aman ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza bey” yavesini satın alan, değil Amerika’nın, Rusya’nın falan, Madagaskar’ın bile Türkiye’den büyük ve önemli bir ülke olduğunu düşünmemizi isteyen bir sersemlik geliştirmemiz bekleniyor. Bu sersemliğe doğrudan bir çaresizlik hissi eşlik etsin isteniyor. Oysa çaresizlik hissi Türkiye’nin bitmesinden başkaca bir sonuç doğurmaz, doğuramaz.
Bugün Musul’da, Özbekistan’da, Azerbaycan’da, Libya’da, Somali’de, Pakistan’da, Afrika’nın neredeyse her bir ülkesinde, bütün Orta Asya coğrafyasında, Balkanlar’da, hatta Güney Amerika’da “var ve masada” bir Türkiye ortaya çıkmış durumda. Bunun belirgin etkilerini yıllardır görüyoruz. Hiçbir emperyalist gücün “Türkiye’yi hesaba katmadan” adım atamayacağı bir yere doğru gidiyor ülkemiz. Etki alanımız, kimsenin tahmin edemeyeceği kadar derinleşiyor.
Boş verin siz Almanya’nın kucağında eskortluk yapan etki ajanlarının, İngiltere ya da ABD adına racon kesen soysuzların anlattığı “yok abi yok, bizden bir şey olmaz” yalanlarını. Bizden hep “bir şey” olmuş ve olmaya da devam ediyor. Türkiye, içindeki ve etrafındaki olanca olumsuzluğa, olanca zorluğa rağmen iddiasını ortaya koymaktan hala hiçbir şekilde çekinmiyor. Bu iddianın bedelini ödemeye de, bereketini görmeye de devam ediyor üstelik.
Bugün Irak’ta, Özbekistan’da ele geçirilen fırsatlar yarın birileri tarafından elimizden alınmaya çalışılabilir mi? Evet ve elbette. Hem bunun olması için uğraşıp hem de “biz demiştik” diyerek el ovuşturacaklara rağmen Türkiye, eline geçen her fırsatı, hatta fırsat kırıntısını değerlendirmeye çalışarak bir şey deniyor sürekli. Hiç denemeyen, denemenin kendisinden bile tiksinen Kamalistler’e bunu anlatmak zor elbette ama hiç olmazsa biz, yani “Türkiye, Türkiye’den büyüktür” cümlesini itikat haline getiren insanlar bu çizgiden hiç çıkmayalım. Tarihin bu momentinde ülkemizin yanında durmamanın bedeli ağır, çok ağır olur çünkü.
“Trump’ın bir küresi varsa Türkiye’nin de bir küresi var” demekten de korkmayalım, bu yazının aslında en çok İsrail ile ilgili bir yazı olduğu gerçeğini de lütfen ıskalamayalım.